Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Bir rüya için ağıt



Vasat
Toplam oy: 1029

 

Edebiyat tarihinin dehlizlerinde şöyle bir gezinince yoksulluğun, yoksunluğun, hastalığın, aşk acısının ve memleket hasretinin bir tür şair “özelliği” olduğu algısına kapılmak çok kolaydır. Oysa durum tam tersidir. Bütün bunlar, kişi şair olduğu için değil, şair olmayı seçtiği için gelmiştir çoğu zaman başına. Bu yüzden, bu kıymetli adamları “acı bir kaderin sonuçlarına katlanmak zorunda kalmışlar” diye değil “seçtikleri hayatın bu tür yan etkileriyle de mücadele etmek zorunda kalan insanlar” olarak görmek gerekiyor belki de. Bu nedenle, neresinden bakarsanız bakın, mesela Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu gibi şairlerin “talihsiz” gibi görünen hayatları, aslında bir ayrıntıdır. Gönlünü şiirden yana yatırmış, kelimelerle, imgelerle, anlamlarla hayatı var etmeye çalışmış iki şairin gencecik yaşlarda veremden ölmesi yalnızca şiirin kaybıdır. Biri yoksulluk yüzünden üniversiteyi bırakmak zorunda kalmış, diğeri hastalık nedeniyle liseden ayrılmış bu iki genci İkinci Dünya Savaşı’nın ve mükellefiyet döneminin ağır koşullarında Zonguldak’ta ayakta tutan şeyin şiir olduğunu görmemek ancak onları öldüren şeyin verem olduğunu düşünenlere özgü olabilir. Çok şükür bu iki şairi Kelebeğin Rüyası filmiyle gündemimize taşıyan Yılmaz Erdoğan onlardan değil.

 

 

 

Kısa süre öncesine kadar yalnızca edebiyatla, özellikle de şiirle yakından ilgili olanların hakkında bilgi sahibi olduğu Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu; Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği (ve ayrıca hikâyenin geçtiği 1940’lı yıllarda Zonguldak’ta edebiyat öğretmenliği yapan Behçet Necatigil’i canlandırdığı) Kelebeğin Rüyası ile bir kez daha gündeme geliyor. Film de böylece “şiir”e bir iade-i itibar niteliği kazanıyor. “İnsanlığın en büyük sorununun şiirini kaybetmiş olmak” olduğu bir çağda içinde şiir olan bir film çekmek az bir risk değil.

 

 

 

Aşk bahanesidir şiirin”

 

 

Erdoğan, 1920’li yılların başlarında başlayıp 1940’lı yıllarda aramızdan ayrılan bu iki şairin 1941 yılındaki hallerine götürüyor bizleri. Dünya, İkinci Dünya Savaşı’yla allak bullak olmuştur. Dönemin iktidarı, Zonguldak köylerinde yaşayan 15-65 yaş arası erkeklere madenlerde çalışma zorunluluğu getirmiştir. Yoksulluk ve verem hastalığı nedeniyle üniversite eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalan Muzaffer Tayyip Uslu ve yine aynı nedenlerle liseyi bitiremeyen Rüştü Onur, Zonguldak’ta “memur” olarak çalışmakta, bir yandan da İstanbul’daki dergilere şiirler yollamaktadırla

r. Sık sık da Behçet Necatigil ile buluşup edebiyat sohbetleri yaparlar.

 

 

Kelebeğin Rüyası’nı iyi film yapan birçok şey var. Biri, Türkiye’de dönem filmi çekmenin zorluklarının başarıyla aşılmış olması. Yılmaz Erdoğan ve BKM Film, büyük bir risk alarak dönemin atmosferini yaratmakta “cimri” davranmamışlar. Öte yandan filmin teknik ekibinin (özellikle de görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, kurgucu Bora Gökşingöl) ve sanat yönetiminin çok iyi olduğunu anmadan geçmeyelim. Ayrıca, Joe Wright’ı andıran görkemli ve tek plandan oluşan açılış sahnesinin bizim sinemamızda başka bir örneği olmadığını da hatırlatalım. Ama bütün bunlar Kelebeğin Rüyası’nı iyi bir film yapmaya yetmeyebilirdi. Büyük paralar harcanarak, büyük hayalkırıklıkları yaratmış birçok film izledik yakın tarihte. Burada Neşeli Hayat ile girdiği sine/masal yolunda Nuri Bilge Ceylan ve Bahman Ghobadi gibi iki ustadan öğrenmeye devam etmiş, sinemada öğrendiklerini şiire olan tutkusuyla birleştirmiş bir isim temel belirleyici oluyor hiç kuşku yok ki: Yılmaz Erdoğan.

 

 


Bugün genel bir kanının “sıkıcı” bulduğu “şiir”i bir filmin bahanesi haline getirmek... Didaktizme düşmeden ve gerçekten sıkıcı olma ihtimaline prim vermeden çekilmiş bir film var karşımızda. Muzaffer ve Rüştü’nün kasabanın zengin ailelerinden birinin kızı olan Suzan için en iyi şiiri kimin yazacağına dair iddiaya girip “Aşk bahanesidir şiirin” mısrasına ulaşmaları, Yılmaz Erdoğan’ın film için tercih ettiği yolu tarif ediyor aslında. Erdoğan şiiri değil, şairi yerleştiriyor hikâyenin merkezine. Böylece şairin her bakışında, her öksürüğünde, kadehini her kaldırışında şiir de kendine yer açıyor, büyüyor. Böylece şiir bir anda ortaya çıkıp sevgiliyi, seyirciyi etkilemek için kullanılan bir araç olmaktan çıkıp filmin ruhuna siniyor.

 

Şiir bahanesidir hayatın”

 

 

Film burada durmuyor. Karakterlerimiz şiirin dünyasından çıkıp dış dünya ile bağ kurmak zorunda kalınca, şiirin işlevi de değişiyor. Rüştü’nün hastalığının artan şiddeti, Muzaffer’in Suzan’a olan umutsuz aşkı ve bitmek bilmeyen yoksullukla sınanan yaşamları için şiir, bu kez “hayatın bahanesi” haline geliyor. Muzaffer ve Rüştü’nün “Aşk bahanesidir şiirin” olan mottoları; aşkı bulduktan ve büyüttükten sonra, şiiri hayatta kalmanın bir yolu haline getirerek ona yepyeni bir işlev de yüklüyor: “Şiir bahanesidir hayatın!”

 

 

Kelebeğin Rüyası -muhtemel ki biraz da ticari kaygılarla- finale doğru, hayatla, karakterlerle ve işin dramatik yanlarıyla koruduğu mesafesini biraz daraltıyor. Rüştü ile Mediha’nın aşkının “kaderine”, Muzaffer ile Suzan’ın birlikteliğinin imkânsızlığına doğru kırıyor dümenini. Biraz drama meylediyor, seyircinin duygularıyla oynamaya başlıyor. Bu küçük makas değişikliği filmin özenli işçiliği ve iyi yazılmış senaryosu sayesinde herhangi bir dağınıklığa yol açmıyor belki ama çok daha iyi bir yapım olarak tarihe geçmesinin de önünü kesiyor sanki.

 


 

Söz filmin sıkıntılı yanlarından açılmışken bazı oyuncu tercihlerinin ve performanslarının da altını çizerek geçelim bu bahsi. Özellikle 16-17 yaşlarında olması gereken Suzan karakteri için Belçim Bilgin tercihinin doğru olduğunu söylemek çok zor. Yaşından söz ettim ama bunun sadece yaşla ilgili olmadığını belirtmek gerek. Çünkü hikayenin geçtiği dönemde Rüştü 21, Muzaffer 19 yaşında ama Mert Fırat- Kıvanç Tatlıtuğ ikilisinin yarattığı ahenk bu sorunu ortadan kaldırıyor. Kaldı ki, aynı dönemde 20'li yaşlarının ortasında olan Behçet Necatigil’i Yılmaz Erdoğan’ın can

landırmasında da “görsel” bir sorun yok. Bu üç karakter daha çok temsil ettikleriyle var ediyorlar kendilerini. Ama Suzan karakterinin yaşı, sosyal statüsü, oturması, kalkması sahicilik duygusunu gerektiriyor ne yazık ki.

 

 


Bu bahsi, 2007’de
Amerikalılar Karadeniz’de filmindeki rolü dışında sinemada boy göstermeyen ama özellikle Ezel ve Kuzey Güney dizisinde yarattığı karakterlerle oyunculuğunda önemli mesafeler kat ettiği gözlenen Kıvanç Tatlıtuğ ile kapatalım. Tatlıtuğ -Yılmaz Erdoğan ile birlikte- filmin açık ara en iyi iki oyuncusundan biri. Genç oyuncu karakterlere hayat verirken, bedensel 


olarak da kendini değiştirme ve o karaktere kendi bedeninden farklı bir form verme konusunda da emin adımlarla ilerliyor.

Açıkçası filmin basın gösteriminden çıktıktan sonra yoksulluk, hastalık ve sefaletin kol gezdiği bir zamanı ve ülkeyi anlatan Kelebeğin Rüyası’nın fazla “temiz” bir estetiği sahip olduğunu düşünmüştüm. Ama aradan birkaç saat geçtikten sonra böyle olmasının bir anlamı olduğunu fark ettim. Yılmaz Erdoğan, Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un içinde olduğu ve şiirin her taşın altından çıktığı bir rüya idi tasarlanmış olan. Karakterleriyle, hikâyesiyle, yönetimiyle, her karesine sızan şiiriyle ve tüm eksiği gediğiyle “temiz” bir rüya var karşımızda.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.