Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Bruno Schulz'un Tarçın Dükkanları



Zayıf
Toplam oy: 128
Yazar atmosferi oluştururken bir fotoğrafçı gibi ânın fotoğrafını çekmek yerine, bir ressam gibi fırça darbeleriyle kendi muhayyilesinde canlandırdığı şekliyle gördüklerini resmeder. Bu bir anlamda yaşanan gerçekliği aşıp bütün olup bitenlerin yeni bir yorumudur. Gerçek, yaratıcı bir dokunuşla sanat katına yükselmiştir.

Bir öykü kitaplığında bulunması gereken önemli kitaplardan biri de Bruno Schulz’un (1892-1942) Tarçın Dükkânları’dır. Ressam ve öykücü olan Bruno Schulz’un öyküleri iki disiplinin nasıl bir birliktelikle metne yansıtılacağının en iyi örneklerinden biridir. Her satırı bir ressam elinden çıkma olduğunu hissettiren öyküler, öykü türünün de başyapıtlarındandır. Bruno Schulz kitabında fantastik ögeler de taşıyan, büyülü gerçekçiliğe, gerçeküstücülüğe yakın bir anlatımla öykülerini kurgularken ressam olmasından kaynaklanan tasvir yaklaşımı öykücülüğünü tanımlayan temel bir özellik olarak öne çıkar.

Önemli olan mumun aydınlattığı nesnelerdir
Öyküler daha çok düşsel resimlerle, tasvirlerin gücünden yararlanılarak oluşturulurken, asıl öne çıkan anlatım ögesi atmosfer olur. Yaratılan atmosfer içinde bir-iki küçük hareketlenmelerle öykü oluşturulur. Önemli olan bir kahramanın bir yere niçin girdiği değil, elindeki mumun etrafında oluşturduğu gölgeler, mumun aydınlattığı nesnelerdir. Çocukluk anılarından oluşan öyküler, ayrıntının, atmosferin gücüne yaslanır. Atmosferle oluşturulan büyük çember gitgide daraltılır ve küçük bir dokunuşla verilmek istenen ana vurgu ortaya çıkarılır.
Yazar atmosferi oluştururken bir fotoğrafçı gibi ânın fotoğrafını çekmek yerine, bir ressam gibi fırça darbeleriyle kendi muhayyilesinde canlandırdığı şekliyle gördüklerini resmeder. Bu bir anlamda yaşanan gerçekliği aşıp bütün olup bitenlerin yeni bir yorumudur. Gerçek, yaratıcı bir dokunuşla sanat katına yükselmiştir.
Tasvir yaklaşımından onun dikkati o kadar alışılmışın dışındadır ki âdeta dokunduğu her şeyi canlandırır, ruh verir, öykünün bir parçası yapar. Küçük bir tüy, sevgileri, nefretleri varmış gibi öyküye girer odak bir nesne olup çıkar. (Hamamböcekleri) Fırtına sanki canlı bir organizma gibi bütün bir köyü ele geçirebilir. (Fırtına) Bir gecenin görüntüsü öykünün ana teması olabilir. (Tarçın Dükkânları) Babanın depoya kumaş yığıp sonra dükkânda bunları satmaya başlaması bir alış-veriş değil tam bir savaş sahnesi olarak çizilir. (Büyük Mevsimin Gecesi)
Hayatın sıradan, tekrardan oluşan kimi olaylarının ve durumlarının bir ressam-öykücünün bakışı değdiğinde nasıl büyüleyici bir gerçekliğe dönüşeceğini örnekleyen öyküler, bu yanıyla da muhayyilenin, metaforların, simgelerin anlatım imkânlarını sergiler. Bu olağanüstülük ve masalsı anlatım çocuğun gözünden anlatıldığı için de kabullenimi ve paylaşımı itirazsız, kolay olur. Bu tür anlatıların boşlukta kalmaması için dil başarısının kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. Bruno Schulz bunu da şairene, lirik bir anlatımla gerçekleştirir.
Tasvir öykünün olmazsa olmazı
Yaşantılar, anılar, izlenimler öyküye dönüşürken, mekâna, çevreye, eylemin bizatihi kendisine sıkı sıkıya bağlıdır. Tasvir, bir süs, bir çerçeve olmaktan öte, öykünün olmazsa olmaz koşulu olarak öyküde yerini alır. Tasvir öykülerde, iç dünyaların yansıtılmasının bir parçası olur. Eşya, nesne bir durumu, bir “duygu”yu temsil için kullanılır. Öyle ki bazen tasvir, anlatılan şeyin öznesi olur. Her şey onun üzerinden, ondaki değişim ve durağanlıkla açıklanır. Bir başka deyişle tasvir, kimi zaman olayı, anlatılan şeyi derinleştirip yoğunlaştıran bir fonksiyon yüklenirken kimi zaman da bizzat anlatılan şey, özne olur. Böylece tasvir artık etrafta bulunan nesneleri açıklayan bilgi objesi değil, onları yeniden yorumlayan estetik bir objedir.
Kitaba da adını veren “Tarçın Dükkânları”nda, Binbir Gece Masalları’nı hatırlatan bir yaklaşımla, büyülü bir gece içinde dolaşan çocuğun izlenimleri anlatılır. Öykü tümüyle tasvirin gücüne yaslanırken, doğanın bir kış gecesini nasıl masalsı bir geceye dönüştürdüğü aktarılır: “Bu alabildiğine görkemli kış gecesinde yaptığım yolculuğu asla unutmayacağım.
Gökyüzünün renkli haritası genişleyip kocaman bir kubbeye dönüştü; bu kubbede beliren olağanüstü ülkelerin, okyanusların, denizlerin üzerinde yıldız akıntılarının, girdapların gökyüzü coğrafyasının parlak çizgileri vardı. Gümüş bir tül gibi ışıldayan havayı solumak kolaylaştı. Menekşelerin kokusunu duyabiliyorduk.” Her zamanki gittiği yol dışında farklı bir yöne gittiğinde, kayboluşun mucizevi keşifleriyle eve dönecektir.
Baba, anne, Adale üzerinden bir aile hikâyesi odağından çıkıp saçaklanan, zenginleşen, giderek bir kasaba anlatısına dönüşen öyküler masalsı bir biçimle var olur. Bruno Schulz’un tüm öykülerini çocuğun gözünden anlatması ona büyük imkânlar sunar. Çünkü çocuk demek özgürlük demektir. Hayvanlar konuşur, eşyalar konuşur, güneşe gidilir, görünmez olunur. Bütün bunları bir çocuk düşleyebilir. Çocuk bunlara hayret bile etmez. Çünkü muhayyilesi daha geniştir, sınırsızdır. Bu anlamda öykülerdeki soyutlama, sembolik anlatım, fantastik anlatım, gerçeküstü anlatım, masalsı anlatım en iyi çocuk gözünden anlatılabilir. Bruno Schulz da bunu değerlendirir.
Baba bazen hamamböceği bazen kuş
Tarçın Dükkânları’nda bir çocuğun anlatısından baba gözlemlerini okuruz. Bu anlamda çerçeve öykü anlayışına yaslanır ve öyküler birbirine bağlı dizi öykülerdir. Babanın hayat karşısındaki çelişkileri ve hipotezleri ironik bir üslupla hikâye edilir. Her olayda, durumda babanın durumuna değinilir ve sonra öyküye geçilir. “Babam hiçbir kadının yüreğine yerleşemediği için hiçbir gerçeğin içine girememişti, bu nedenle de sonsuza dek yaşamın kenarında kalmaya, yarı gerçek bölgelerde, varolmanın kıyılarında dolaşmaya mahkûm olmuştu.” Baba bazen hamamböceği gibi bazen kuş gibi davranır. Çocuğun zihni evdeki akbabanın babası olduğunu ileri sürecek kadar karışır. Anne şiddetle itiraz eder: “Baban gitti, bütün ülkeyi dolaşıyor. Satış temsilcisi olarak çalışıyor artık. Arasıra geceleri eve geldiğini, gün doğmadan da gittiğini biliyorsun.” (Hamamböcekleri) “Kuşlar” öyküsü daha çok gerçeküstü imkânlarla var olur. Evinde her türlü kuşu besleyen baba artık bir kuş gibi ötmeye başlar ve kanatlanıp uçmayı özler.
Baba aslında gelmekte olan çağı yakalayamayan geçmişte kalmış bir anlayışı temsil eder. Onun dışında bir hayat akmakta o bu hayata karışamamaktadır. Babanın hayalleri gerçekliğin kaba yüzüyle paramparça olacaktır. Baba bu anlamda Kafka’nın baba figüründeki gibi olumsuz değil olumludur. Babanın bu modernizm karşısındaki direnişi ironik bir tutum olarak gündeme gelir. Baba oğul ilişkisi, kutsala sıklıkla gönderme, Yahudi birikimlerin öyküde değerlendirilmesi, insanın bir başka hayvana dönüşmesi gibi durumlar onu Kafka’ya yaklaştırır elbette. Ama Bruno Schulz Kafka’nın anlatma biçiminden çok farklı bir anlayışı temsil eder ve bu yanıyla da ondan ayrılır.
Öykülerde geçmiş zamanın içinden yaşanmışlıklar çekip çıkarılır ve onlara hayat verilerek bu anlar kullanışlı bir tecrübeye dönüştürülür. Bellek âdeta geçmişi bugüne getirerek zamanı yeniden kurar. Hayatın her ânının ve her şeyinin yaşayan bir canlı olduğu, ışıklar ve karanlıklarla, sesler ve sessizliklerle, görüntülerle, çağrışım ve hatıralarla ispat edilir, her şey âdeta yeniden kurulur ve okura aktarılır. Anlatıcı, bütün dikkatini insanın, olayların değişik zamandaki görünümlerine, değişimlerine, insan psikolojisine, doğanın eşsiz görünümüne, mevsimlerin değişimine, binbir çiçeğe, mekânın görünümlerine ve insandaki etkilerine odaklaşır. İyi tanımlayabilmek için Bruno Schulz’u Proust ile Kafka arasında bir yere konumlandırmak mümkün..

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.