Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Hayatımız distopya: Karşı ütopyanın taksisiyim




Toplam oy: 1739
Distopyalar bireyin özel hayatının ortadan kaldırılmasından duyulan dehşet üzerine kurulu. Özel hayat tedavülden kaldırılıyor ve otorite, kişiler arasındaki sadakati kırarak yalnızca devlete olan karşılıksız itaati garanti altına alıyor. Kamusal ile kişisel alanlar arasındaki sınır çizgisi yok ediliyor. Son zamanlarda iyice alevlenen "hayat tarzına müdahale" tartışmaları da bu bağlamda distopya okumalarının alanına giriyor.

Yaşadığımız hayat bir distopyaya ne kadar benziyor? Bu soruyu cevaplamak için önce etrafımıza, sonra distopyalara, sonra tekrar etrafımıza bakmamız gerekiyor.

 

Yunanca bir sözcük olan “distopya,” en genel anlamıyla, ütopik toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılan bir sözcük. “Ütopya” ise aslında olmayan, tasarlanmış, ideal toplum şekli anlamı taşıyor.

 

Distopya türüne hep ilgi duymuşumdur; korku türüne duyduğum ilginin bir alt başlığı olarak belki de. Ütopyaları ise hemen her zaman sıkıcı, tutucu ve muhafazakar bulmuşumdur. Bunun nedeni ütopyaların tek bir örneği ideal olarak konumlaması; yani değişime kapalı olması… Ve tek bir söylenişi var: Ütopya. Halbuki distopya öyle mi? Distopya, karşı-ütopya, kara-ütopya, ters-ütopya, negatif-ütopya, anti-ütopya… Bunca ayrı sözcükle ifade edilen bir kavramın çağrışımları ve örnekleri de müthiş bir çeşitliliğe sahip. Ayrıca ütopya gibi uyuşturmuyor; tersine, uyarıyor.

 

Özünü kaybetmeden konuyu en basite indirirsek, distopyalar bireyin özel hayatının ortadan kaldırılmasından duyulan dehşet üzerine kurulu. Özel hayat tedavülden kaldırılıyor ve otorite, kişiler arasındaki sadakati kırarak yalnızca devlete olan karşılıksız itaati garanti altına alıyor. Kamusal ile kişisel alanlar arasındaki sınır çizgisi yok ediliyor. Son zamanlarda iyice alevlenen “hayat tarzına müdahale” tartışmaları da bu bağlamda distopya okumalarının alanına giriyor.

 

En “ünlü” dört klasik distopya, yazıldıkları tarihlere göre şöyle sıralanabilir: Devrimci bir Rus olan Yevgeni Zamyatin’in, ülkesinde yasaklanan romanı Biz (1924); liberal bir İngiliz olan Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı (1932); radikal demokrat bir İngiliz olan George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) ve bir Amerikalı olan Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i (1953).

 

Tarihler ve isimler arasında da tuhaf bir uyum söz konusu. Zamyatin 1884’te doğmuş, Huxley 1894’te. Orwell’in kitabının adı ise (rakamla) 1984.

 

Meşhur kıyaslama

 

Belki de birbiriyle en çok karşılaştırılan iki kitap Cesur Yeni Dünya ile Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’tür. Hangi kehanet kazandı tartışmaları dönüp durur bu iki kurgu üzerinden. İletişimle ilgili teknolojik gelişmeler korkuyla karışık bir refleksle akla Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü getirir. Ancak genetikle ilgili gelişmeler aynı hızla ve ürpertiyle Cesur Yeni Dünya’yı hatırlatmaz. Bu durum, hem kitapların popülerite farkından hem de Cesur Yeni Dünya’nın kehanetlerinin biraz daha uzak bir gelecekle ilgili olmasından kaynaklanıyor. 

 

Bu iki anlatı üzerinden yapılan tartışmaların en etkileyicisiyse, Neil Postman’ın Televizyon: Öldüren Eğlence kitabının önsözündeki metni sanırım. Postman’ın çarpıcı bir özet sunan karşılaştırmasından alıntılarsak: “Orwell’in uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönünde. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerkliklerinden ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yok. Huxley’e göre insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. (…) Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. (…) Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. (…) Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. (…) Orwell insanların acı çekerek denetlenişini anlatıyordu. Huxley’e göre denetleme insanları hazza boğarak gerçekleştiriliyordu.”

 

 

 

 

Görünen o ki, günümüzde iki kurgunun da karşılığı var. Dünyanın hiçbir yerinde bireysel özgürlükler kendi haline bırakılmış durumda değil. Denetim altında. Ama bu nasıl bir denetim? Bana göre devletten çok şirket gibi yönetilen ABD’de ve çoğu gelişmiş ülkede ağırlıklı olarak Cesur Yeni Dünya, Türkiye’de ve çoğu “gelişmekte olan” ülkede ağırlıklı olarak Bin Dokuz Yüz Seksen Dört atmosferi hâkim. Yani baskı her yerde mevcut... Ancak kılığı farklı…

 

Yukarıda adı geçen klasik distopya anlatılarından en popüler üçlüyü (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451) günümüzle karşılaştırmayı denersek, en baştaki “Yaşadığımız hayat bir distopyaya ne kadar benziyor?” sorusunu cevaplamaya biraz daha yaklaşmış oluruz.

 

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve günümüz

 

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, baskıcı otoriteye kesin itaat kavramının başrolde olduğu bir gerilim romanı. Aynı zamanda bir bilimkurgu klasiği... Zygmunt Bauman’a göre, “Batılı demokrasilerin totaliterlik potansiyeli ve devletlerin hastalıklı bir tarzda kendi iktidarına yoğunlaşarak vatandaşlarının günlük hayatlarının kontrolüyle yakından ilgilenmeye başlaması” üzerine olan roman, İkinci Dünya Savaşı sonrasına dair bir uyarı.

 

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün büyük popüleritesinin ardında -romanın ilginç konusunun ve sağlam kurgusunun dışında- Batı’nın bir dönem bu kitabı komünizmle savaş bayrağı yapmış olmasının da etkisi var. “Komünizm korkusu”nu azaltmak yerine yükseltip manipüle etme yoluna giden Soğuk Savaş döneminde, bu romana ayrı bir misyon yüklendi çünkü.

 

Distopya: Gerçeklerin ve doğruların düzenli olarak saptırıldığı, konuşma özgürlüğünün yok edildiği modern dünyayı protesto eden Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te anlatılan kapalı toplumu gerçeklikten koparmak için kelimelere olmadık anlamlar yüklenerek dil çarpıtılır. Yanlış olan, aslında doğruymuş gibi kabul ettirilir kandırılan insanlara. Sahte gerçeklerin kurgulanması işi ise “Gerçeklik Bakanlığı” tarafından kesintisiz olarak sürdürülür.

 

Gerçek: Gezi isyanının hemen başında gündeme gelen ve medyada geniş yer bulan “Kabataş’taki başörtülü bacımıza korkunç saldırı”, “Camide içki içildi, âlem yapıldı” haberlerini hatırlayın. Şimdi bu iki olayın da aslı olmadığı biliniyor. Peki bugün kamera kayıtlarıyla ve resmi tanıklıklarla aksi ortaya çıkan bu haberler, o dönemde nereden çıktı? Bunlar “Gerçeklik Bakanlığı”nın kurgularıydı. Peki amacı neydi? Tam da distopya anlatılarında olduğu gibi, muhalif olanı günahkar olarak yaftalamak…

 

Distopya: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te, halkın biriken tepkisi günlük “iki dakikalık nefret seansları” ile bir tür kusma biçiminde atılır. İnsanlar ekranda gördükleri Goldstein’a (bir hain) ve Avrasyalı askerlere olanca öfkeleriyle nefretlerini kusarlar.

 

Gerçek: Bu durumun günümüzdeki karşılığına sosyal medyada rastlıyoruz. Örneğin yaşadığı ülkeyle ilgili bir habere korkunç bir öfke kusan ve aylarca bu olayın etkisinden çıkamayacakmış gibi görünen kullanıcının tam iki dakika sonra en sulusundan bir tatil fotoğrafı paylaştığını görebiliyoruz. Veya iç parçalayan bir savaş fotoğrafına müthiş bir öfkeyle tepki verdikten iki dakika sonra sevdiği neşeli bir şarkıyı paylaşanları... İşte bunlar hep “iki dakikalık nefret seansları”…

 

Distopya: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te düşünce suçu, Düşünpol (düşünce polisi) tarafından denetlenmektedir. Zaten “Soğuk Savaş” ve “Büyük Birader” kavramları gibi, “düşünce suçu” ve “düşünce polisi” kavramlarını da ilk olarak George Orwell ortaya atmıştır. Romanda insanlar evlerinin içinde dahi bulunan tele-ekranlar tarafından sürekli gözetlenir. Böyle bir yoğunlukta izlenen ve dinlenen bir topluluğun düşünce suçu işlemesi kaçınılmazdır.

 

Gerçek: Günümüzde sosyal medya üzerinden yani “evlerimizin içinde dahi bulunan tele-ekranlar” aracılığıyla düşünce suçlusu olarak yargılanmak olası. Fazıl Say’ın retweet’ini veya Gezi isyanı sonrasındaki Twitter soruşturmalarını hatırlayın. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün tele-ekranları aracılığıyla düşünce suçlusu ilan edilen insanlarını aklınızda tutarak.

 

Distopya: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün önemli kavramlarından biri de “Yeni Söylem”dir. Bu söylemde “iyi” kelimesinin karşıtı olan “kötü” kelimesi yer almaz. Onun yerine “iyi değil” kullanılır. Sıfatın derecesi ise “artı” kavramı ile sağlanır. “Artı güzel”, “çift artı güzel” gibi… “Yeni Söylem”de amaç dili sadeleştirmek ve sanatsızlaştırmaktır. Yorumlanamaz hale getirip, övgü ya da eleştiri boyutunu ortadan kaldırmak, dili bir çeşit kod haline getirmektir.

 

Gerçek: Günümüzün yazışma dilinin Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün “Yenisöylem”inin “artı güzel” ve “Çift artı güzel”ine tekabül edişine iki örnek vermek isterim: :) ve :))

 

Cesur Yeni Dünya ve günümüz

 

Bireyin kendisi yok edilse de süren macerasını anlatan Cesur Yeni Dünya (daha doğru çevirisiyle “Yepyeni Dünya”/“Yepyeni Bir Dünya”) bireyin tamamen erimesini savunan toplumcu ideolojilere ve lider kültüne dair bir eleştiri ve teknolojinin iktidarına karşı bir uyarı. Cesur Yeni Dünya için en tehlikeli ve en sinsi distopya denebilir, çünkü günümüzde, “Ya aslında bu roman ütopya da olabilir,” diye tartışılıyor.

 

Romanda bırakın iktidara karşı koymayı, iktidarın varlığını fark etmek bile imkansıza yakın. Yani Cesur Yeni Dünya yasaklardan daha korkunç olana işaret ediyor: Yasaklara gerek kalmayacak bir sistemin oturtulması... Foucault’nun insanlığın dönüşümünün “Disiplin Toplumu”ndan “Kontrol Toplumu”na doğru olduğu tezindeki gibi. Foucault’ya göre Disiplin Toplumu’nda hapishane, tımarhane, okul, fabrika gibi yönlendirici kurumlar denetim rolünü üstlenir. Kontrol Toplumu’ndaysa düzenleyici kurumlar insanın kendisine dönüşmeye başlar ve insan herhangi bir zorlayıcı dışsal otoriteye gerek kalmadan kendiliğinden bir tür hapishaneye dönüşür. Özdenetim denen şeffaf hücreye girip kapıyı içeriden kilitler. 

 

Cesur Yeni Dünya’nın kahramanları Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilen insanlardır. Merkezin kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazar (Fransız Devrimi’nin özgürlük şiarının yerini bu kavramlar almıştır). Şirket-devletin doğasındaki totaliter tehlikelerin bir geleceğe yansıtımı olarak okunmaya müsaittir roman. ABD’nin karanlık boyutuna dair bir hicivdir aynı zamanda. Zaten vaktiyle Huxley, ABD’nin gelişmesiyle ve etki alanını genişletmesiyle ilgili kaygılarını bizzat dile getirmişti.

 

Cinayetin, suçun olmadığı, seçim yapamadığınız, sizin yerinize her şeyi seçen insanların bulunduğu, buna rağmen her zaman mutlu olduğunuz yerdir Cesur Yeni Dünya. Adorno’ya göre ise, “Alternatifi bulunmayan ve kendini cennet sanan bir toplama kampı”...

 

Distopya: Neil Postman, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ile Cesur Yeni Dünya’yı karşılaştırırken, “Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu,” diye yazmıştı. 

 

Gerçek: Bugün bilgiye ulaşmanın kolaylığı arttıkça ona ulaşma isteğinin azaldığı sözde bilgi çağında yaşıyoruz. Enformasyon yağmuru fenomeninin bizi nasıl bir pasifliğe ve egoizme sürüklediği üzerine sayfalarca yazılabilir. Ancak bu noktada sadece güncel bir örnek vermekle yetinelim. Bir internet arama motorumuzun sloganı: “Ben ne bileyim?” Hizmeti gayet başarılı bir biçimde anlatan bu slogan, aynı zamanda çağdaş insanın bilme sorumluluğunu üzerinden atma hevesini de açık ediyor.

 

Distopya: Cesur Yeni Dünya’nın sakinleri “Oh Lord” (Aman Tanrım) yerine “Oh Ford” derler. Seri üretimi başlatan Henry Ford bu dünyanın tanrısıdır. Haç işaretinin yeriniyse Ford’un T modeli almıştır. Dolayısıyla romanın önemli boyutlarından biri de seri üretim nesnelerine tapınma ve kimliği onlara dayanarak inşa etme fenomenidir.

 

Gerçek: Günümüzden bu konu için seçtiğim örnekse Apple’ın Türkiye mağazasının açılışı. Görmediyseniz internette aratıp mutlaka izleyin. Bir gece önceden gelen vatandaşlar sabahlayarak kapıda kuyruk oluşturuyorlar. Ve kendilerine ne için bekledikleri sorulduğunda, “bu tarihi ana tanıklık etmek” istediklerini söylüyorlar. Kapılar açıldığındaysa göbek atarak, birbirlerine coşkuyla sarılıp kutlayarak içeri giriyorlar. İçerde satılanlara dönüp bakmadan danslarına devam ederek seri üretim nesnelerine tapınma ayinlerini sürdürüyorlar.

 

Distopya: Romanda duygular ilaçların kontrolündedir. Dinin yerini mutluluk veren bir uyuşturucu olan Soma almıştır.

 

Gerçek: Bu durumun da günümüzün antidepresan toplumunu tarif ettiği ortadadır. Ayrıca son araştırmalara göre sosyal medya kullanımındaki artışla, bu hapların kullanımı doğru orantılıdır.

 

Distopya: Romanda “hipnopedya” (uykuda eğitim) halkla ilişkilerin önemli bir koludur. Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya ile sağlanır. Bu sayede herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. 

 

Gerçek: Günümüzün hipnopedya’sının medya olduğu açıktır. İstikrarın temel güvencesi olan şartlandırma her eve lazımdır.

 

Distopya: Romanda makineler tarafından üretilmiş ideal ve kusursuz Alfa erkekleri ve kadınları mevcuttur. Ayrıca herkesin sahip olduğu sözde mutlu hayatlar herkesin hakkıdır. 

 

Gerçek: Günümüzün makine üretimi Alfa erkek ve kadınları için Hollywood “starları”na, herkesin sahip olduğu sözde mutlu hayatlar içinse eşinizin dostunuzun Facebook profillerine bakınız.

 

Fahrenheit 451 ve günümüz

 

Adını kağıdın yanma derecesinden alan Fahrenheit 451, en çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ile karşılaştırılır ve tamamlayıcısı olarak görülür. Fahrenheit 451, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün tamamlayıcısı değildir aslında. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, baskıcı otoriteye karşı bir eleştirisiyse; Fahrenheit 451, gelişkin kapitalizm ve tüketim toplumu taşlamasıdır. Sansüre, totaliter yönetimlere, kültür endüstrisine ve insanlığa dayatılan gündelik hayat tarzlarına yönelik keskin bir eleştiridir.

 

Romanda on yıldır kitap yakan ve işini seven bir itfaiyeci olan Guy Montag anlatılır. Hiç sorgulamadan, görev bilinciyle yakar girdiği evlerdeki tüm kitapları. Ta ki bu konuda farklı fikirleri olan etkileyici bir genç kadına rastlayana kadar…

 

Ray Bradbury’nin ilk romanı olan Fahrenheit 451, ABD halkı için bir kehanet niteliğindedir. Bu kehanetin özeti, insanlığın tüketim ve suç toplumu haline gelecek olmasıdır. Kitapların yasaklanması da bu sistemin bir unsurudur. Diğer klasik distopyalardan farklı olarak  Fahrenheit 451’in sonu umutludur. Bu pozitif final de, aslında söz konusu negatif-ütopyanın “karizmasını çizmektedir.”

 

Genel olarak da, diğer distopik kurgulara göre daha basit ve çocuksu bulmuşumdur hep Fahrenheit 451’i. Yine de, keşke gülüp geçeceğimiz bir roman olsaydı. Maalesef günümüz dünyasıyla endişe verici benzerliklere sahip bu kitaba gülebilme lüksümüz yoktur.

 

Distopya: Fahrenheit 451’de hükümetin kurduğu muhbirlik sistemi önemli bir yer tutar. Evinde kitap bulunduran komşuları ihbar etmek için sokaklara yerleştirilmiş posta kutularına bırakılan mesajlar aracılığıyla ev baskınları düzenlenir. 


Gerçek: Bu muhbirlik sistemi, Gezi isyanı sonrası hükümetin, “Tencere tava çalanı şikayet edin,” açıklamasını hatırlatıyor. Halk, otoritenin düşündüğü ve hayal ettiği kadar ispiyoncu ruhlu olmadığından bu tavsiyeye itibar etmedi ve birkaç komşu şikâyetiyle kalan olay büyümedi.

 

Distopya: Romanda gücü elinde bulunduran kesimin bilgisizliğine tanık oluruz. Kitabı yakan itfaiyeciler sakıncalı olanın neden sakıncalı olduğunu bilmezler çünkü okumaları yasaktır. Yani sorgulamadan ve yaptıkları işin mantığı hakkında hiçbir fikirleri olmadan iş görmektedirler.

 

Gerçek: Gezi döneminde düzenlenen ev baskınlarında konuyla uzaktan yakından alakası olmayan bir sinema dergisi suç delili olarak gösterilmişti. Fahrenheit 451’in itfaiyecilerininkine benzer bir işgüzarlıkla.

 

Distopya: Romanda kitaplar yasaklanıyor ve yakılıyor.

 

Gerçek: Bu mevzunun günümüzle bağlantısını kurmak için de yakın geçmişten bazı gazete başlıklarını olduğu gibi kopyalayıp yapıştırıyorum: “Şeker Portakalı okutan öğretmene soruşturma”, “Fareler ve İnsanlar ahlaki açıdan sakıncalı bulundu”, “Ders kitaplarında Edip Cansever şiirine sansür”, “Ölüm Pornosu çevirmeni gözaltına alındı”.

 

Günümüz Türkiye’si ile kitapların yakıldığı Fahrenheit 451 arasındaki bağlantıları tek bir cümleyle özetlersek, şöyle diyebiliriz sanki: “Dokunan yanar.”

 

Sonuç olarak; yazının ilk cümlesine dönebiliriz. Yani başa dönüyoruz. Ancak küçük bir farkla... Bu defa sonuna soru işareti yerine ünlem koyarak: Yaşadığımız hayat bir distopyaya ne kadar benziyor!           

 

 


 

Kaynaklar:


Y. Zamyatin, Biz, çev. Füsun Tülek, Ayrıntı Yay.; A. Huxley, Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, İthaki Yay.;  G. Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, çev. Celâl Üster, Can Yay.; R. Bradbury, Fahrenheit 451, çev. Korkut Kayalıoğlu, Zerrin Kayalıoğlu, İthaki Yay.; N. Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yay.; Z. Bauman, D. Lyon, Akışkan Gözetim, çev. Elçin Yılmaz, Ayrıntı Yay.; M. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. M.A. Kılıçbay, İmge Yay.; T. W. Adorno, Edebiyat Yazıları, çev. Sabir Yücesoy, Metis Yay.;  Peyniraltı Edebiyatı, sayı 13 (George Orwell Dosyası); Notos, sayı 36 (Ütopya ve Distopya Dosyası)

 


 

 

* Görseller: Furkan Nuka Birgün, Uğur Altun, Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Mental vurgun yemeyeceğimiz kadar derin, yağmurdan sonra açan güneş gibi net bir yazı.Elinize sağlık

41%
59%

Üstadım eline sağlık

43%
57%
Beğenmedim.

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.