Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Portresiz: Leyla Erbil



Gayet iyi
Toplam oy: 1806
Nurdan Gürbilek “Kör Ayna, Kayıp Şark”ın son yazısında Erbil’in temel meselesini kısaca şöyle ifade eder: “Hegel’in ‘kendi için varlık’ kavramına başvurularak ifade edilmiş bu kendilik tasarısı her şeyden önce bir olumsuzlama, olumsuzlamaya dayalı bir özgürleşme önerisi taşır Leyla Erbil’de.

Zenime ne demekti ki diye oturdum düşündüm dün bütün gece, gece Leyla’ya aitti, bir yazar arkadaşıma göre kuşlar sessizdi, boynuma asılı bir baykuş vardı, bakanlar belki kolye derdi, Leyla görse halimi, gülerdi. Işığın en karanlık yerini bir o bilirdi, yırtarcasına geceyi, gecenin kalbine inerdi. Gece’nin kalbine mi çöktün sen şimdi iyiden iyiye Zenime dedim? Gelen seslere kulak verdim. Kuşlardan çıt çıkmıyordu, bir kadın, tuhaf bir kadın oturmuş karanlığın 101 adını koyuyordu. Leyla Leyla, gittin mi? Leyla sen geldin mi leyli, gittin mi leyli… Çaren yok durup dinleyeceksen eğer gecenin sesini; dili kocaman bir balık kılçığından sivriltip kılıca döndüren, sonra da çevirip önce dili kesenin sözüne geleceksin. Leyla Leyla geldim, dedim. Zenime ne demek, bana önce bu sırrı ver, dedim. Sır gibi yazar, içi sonsuz, gece kadar. Yaşamında içimizi sarstı, attı hallaç pamuğu gibi, ölümündeyse şimdi dışımız sarsılır artık, göstermeliktir ya sen, ben, daha kimler kimler onu yazar…

 

İllüstrasyon: Kaan Bağcı

 

 

Leyla Erbil, niye geceydi, diye oturdum düşündüm dün bütün gece. Dilimizi, ruhumuzu neden geceye çekmişti, gecenin hangi yerinden çıkagelmişti… Kime sorsan, bilinçakışı tekniğini Türk edebiyatında en iyi kullanan yazarlardandır der; bilincin akışını, bilincin altını üstünü karanlığa, gölgeli kuytuluklara yorar. Kolaya kaçar. Oysa Leyla Erbil, hepimizin içten içe pekala bildiği gibi bilinçakışının o pek kutsal tekniğini nasıl da mahvetmişti hani. Edebiyatı teknik bir düşünceye, dili ne olursa olsun mimari bir projeye dönüştürmek arzusunu yerle bir etmişti. Cümlede yeni, kalıp olmayan kalıplar, hiç olmayan noktalama işaretleri. Sözgelimi üç noktanın karşısına çıkarılmış üç virgül, virgüllü soru işareti ve diğerleri. Kırılan ritim duygusu, toza dönüşen yüklemler, yetmezmiş gibi bir de yazarlık kariyeri hevesleri karşısında yarattığı “hiç yazar”, sözle, sözde kutsanmış halkın arasında işaret ettiği “hiç halk” ve haykırması “Katil Tanrı, öldür emri tanrıdan inmedi mi?”  

 

Leyla Erbil’in ölümü, edebiyatımızın hesap verme günü

 

Onu yere göğe koymayı becerememişti Türkiye edebiyatı. Edebiyatımızın utancıydı Leyla Erbil. Oldu olası hızla, hevesle, kompleksler içinde, hadi doğrusunu söyleyeyim, çirkin bir biçimde kurumsallaşma mücadelesi veren edebiyatımız, her türlü kurumsallaşmanın ipliğini pazara çıkaran bir yazarı ölümüne kadar görmezden gelmeyi tercih etmişti. O çarpık kurumsallaşmasından vazgeçmediği sürece sürecek de Leyla Erbil’le arasındaki sürtüşme. Bir an bile nefes aldırmayacak ona Leyla. İşte bunun bilinci içinde şimdi sarılmakta kalemine, güzellemelere doyamamakta, içinden çıkan en büyük yazarlarından birinin edebiyatını anlamak, anlamlandırmak, kavramaya çalışmak yerine onu tumturaklı portre yazılarına sığdırmaya çalışma mücadelesinde. Leyla Erbil’in ölümü, edebiyatımızın hesap verme günüdür, Leyla Erbil, işte biraz da bu yüzden hep gecede… Bunu en iyi edebiyatla uğraşanlar bilir, hesaplar hep gece verilir.


Leyla Erbil, gecenin içinde bir başınaydı sanılmasın ama, diye düşündüm yine de dün bütün gece... Hesaplar sadece ona verilmeyecek elbette. Şu kadın yazarlık mesleği, performansı, acısı, düşü, doğrusu, yalanı da var ya hani, o mesele de Leyla’nın leyli gittiği güne yazılmalıdır muhakkak. Kaç kadın var kendini dar atmış gölgelere, gecenin içine ve kıyamete gönüllü yazılmış edebiyatımızın içinde. Şükür orada başköşe bir yerdedir ama yalnız değildir Leyla Erbil…Çavlanın içinde sessizce ve sabah sabah Nezihe Meriç; sabahın ve akşamın tekinsiz alacakaranlığında Latife Tekin, cinselliği kendinde bir çağ gibi tel tel ayıran ve öğle vakitleri geldi mi topuk tıkırtıları yankılanan Sevgi Soysal, günleri dökse de akşamın tüm sofralarına aşkla, iştahla ve şehvetle kurulan Tomris Uyar, deliliğin sonsuz zamansızlığında Sevim Burak ve tüm zamanların içinde, yabani bahçelerde Gülten Akın, ve Tezer Özlü, ve Lale Müldür ve ve ve diğerleri var.  Ben böyle boynumdaki baykuş gibi tünemiş parmak hesabıyla düşünürken, ve gecenin biçimsiz tanrıçalarıyla al takke ver külah bir rehavete kapılıp giderken, Lahzen’di adı, karşıma dikilip haykırdı; hesaplar kızım, verilmez, söke söke ancak alınır! Çoğunluktan medet uman gidip ışıl ışıl parlayan bir yalana saplanır. Sen bu kafayla ışığın kendisi olamaz, kocaya kaçar gibi ışığa sakil kaçarsın ancak.


“yaradan’ın yarattığı gövdeden
utandırılmış kadınlar ordusu
ataerkilin
erkin başparmağı
tepesinde kadıncıkların
kendi doğasının tarihini öğrenememiş kardeşlerim benim
kendi zebellahlarına boyun eğmiş
engizisyondan kalma
romantik ve sömürgen bir hayalgücünü kutsallaştırıp tapan
eril taassubun şehvetlileri(…)
her biriniz başka çaresizliksiniz biliyorum”

Sert mi geldi? Sert tabii. Leyla Erbil, daha dün yaşarken “Yazarlık kötülüktür,” derdi. Duymayan kaldı mı? Lahzen “Kalan”da böyle acımasızca saldırmış, saçına başına, içine dışına o zayıf bünyene yapışmış da ne olmuş. “Kalan” şiir desen şiir değil, anlatı, roman, öykü, sayıklama hiçbiri değil. Edebiyatımız eğer bir gün  “Kalan”ın ne olduğunu bulursa, dilini de unutacak, biliyorsunuz. İçimizde o günü özleyenler var, o günün hiç gelmeyeceğini bildikleri için sevinçten deliye dönenler var. Leyla Erbil’ler daha başlangıç, mücadeleye devam mı diyorum şimdi ben, yersiz mi kaçıyorum, çok şükür istediği lezzette kurumsallaşamamış edebiyatımızın içine nifak tohumları mı saçıyorum, kutup muyum, kutuplaşıyor muyum? Gerçi Leyla Erbil “Zihin Kuşları”nda özgün bir Türk edebiyatı var mı sorusu üzerinden düşüncelerini açıklamış ve evvela “kendisine bireysel söylem alanları açabilmiş, sanki yoktan var edilmiş bir özgün edebiyatımız, vardır” demiştir. Ve bakınız nasıl devam etmiştir:  “ufukta ne ortak bir vicdan ne ortak bir bilinç görünmektedir. Sünni ayrımcılık zulüm politikalarını körüklerken, zıvanasından çıkmış şiddet toplumu karanlıklara doğru sürüklenirken, elden düşme bir metafiziğe dönük uyduruk bir söylemin Türkiye’nin büyük yazınını temsil etmesindeki hikmeti gözlemleyebiliyor muyuz?”


Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır!

 

Ah sonra bir parça da sinsi sinsi eğleneyim dedim, dün gece... Hani şu edebiyatımızdaki ödül meselesi didişmesi niyetine. Bir Leyla Erbil kitabı alır almaz ne olduğunu bildiğim halde sarılıp o cümleyi ararım hep en başta : “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır”, işte bu cümleye sanırım en çok yazarın icadı virgüllü ünlem yaraşır. Bilinir ki, bu cümleyle yetinmez yazar, ödüllere verip veriştirmekten kendini sakınmaz: “Edebiyat ödüllerinin de ortamı karıştırmakta rolü olmuştur.(…) beş on adamın kuşaklar boyunca, yıllar yılı hem eleştiri hem ödül dünyasına egemen olarak yazarlığın üzerinde doğrudan tayin edici bir güç oluşturmaları ve kimi yazarları kendi duygu, tutku ve inançları doğrultusunda eğitmeleri, yazarların da bir türlü o yargıdan cayamayıp sıraya girmeleri, hatta kimilerinin eleştirmeniyle yakınlık ölçülerini kaçırmaları, Türk yazınını, eleştirmeninin, yazarını ve okurunu neredeyse kamplara bölmüştür.” Şimdi kamplara atölye mi diyoruz, acaba? Gece, Leyla Erbil’in gittiği leyli gece beni baştan çıkarma, başıma dert açma.

 



Bu kadar merak ediyorsan Zenime’nin sırrını, düşüneceksen gece gece karanlığı ve Leyla’yı; acımasızlığı al tut ve tart avucunda şöyle. Portresiz bir Leyla Erbil yazısı acımasızlık üzerine düşünmeden olmaz hem. Onun en kolay başedilirmiş gibi görünen romanı “Mektup Aşkları”ndaki acımasızlık yenilir yutulur cinsten midir hiç? Jale’ye yazılan nice mektupta bir ulusun, bir dönemin, bir toplumun, bir ve hatta birkaç sınıfın pulları nasıl da yolunur. Leyla Erbil başta kendini ve içinde yer aldığı entelijansiyayı böylesine eleştirmese, üzerine üzerine yürümese Leyla Erbil mi olurdu?

Yazarı inceleyen eleştirmenler, felsefe, psikanaliz ve düşünce üzerine oturan edebiyatının, zamanının ilerisinde ettiği hareketi vurgularlar. Kırklı yıllarda geçen Mektup Aşkları’nda neredeyse seksenli yılların ruhunu döktüğünü görmek de zor değildir. Cinsel kimlik dediğimiz belanın başımıza ne açtığını, vahşi içgüdüsel doğamızı nasıl yaralayıp paramparça ettiğini cüretkar biçimde gözler önüne serdiği bu romanda, dostluk, aile gibi her türlü kişisel ilişkinin açtığı yaralar, bunlara kapılmanın insan ruhuna verdiği cezalar bir bir yazılır. Okuması kolay, hazmetmesi ağırdır.

 

Nasıl bir şeyse kendim?!

 

Kendi olmak, nasıl bir şeydir, diye oturup düşündüm dün bütün gece... Leyla Erbil, yaşamını, edebiyatını verdi bu mesele üzerine. Kendinden geç, kendini seç, kendinde ol, kendin ol! Böyle böyle seslenince bir de bakıyorum karşıma “Tuhaf Bir Adam”ın Sevda’sı çıkıyor. Gel ben sana söyleyeyim, Zenime’nin anlamı ne demek ve Lahzen’in, ve Jale’nin ve hatta Sevda’nın: Ben bir başkasıdır! Bak üstelik Lahzen ne diyor, hatta gözümüze gözümüze sokuyor:  


“nasıl bir şeyse kendim
belki de uzaklaştıkça bilebildiğim”

Nurdan Gürbilek “Kör Ayna, Kayıp Şark”ın son yazısında Erbil’in temel meselesini kısaca şöyle ifade eder: “Hegel’in ‘kendi için varlık’ kavramına başvurularak ifade edilmiş bu kendilik tasarısı her şeyden önce bir olumsuzlama, olumsuzlamaya dayalı bir özgürleşme önerisi taşır Leyla Erbil’de. Kişi dış dünyayı olumsuzlayarak kendilik bilincine ulaşmalı; toplumsal kabulleri, kurulu düzeni, verili kültürü aşarak kendini bulmalı; Allah’a, devlete ve her türden otoriteye yaranmaktan vazgeçerek kendi olmalıdır. Nitekim Hallaç’taki ilk öykülerden başlayarak birçok yapıtında, toplumsal ilişkiler kadar kişisel ilişkileri de yönlendiren yalanı; ikiyüzlülüğü ve hesaplılığı, kendini kandırma ve üstünlük kurma yarışını anlatmış, kişinin kendisine dayatılmış kimliklerden özgürleşerek ‘kendi’ olmasını hedeflemiştir.”



Hayatın her alanında bireyin böylesine cebelleşmek zorunda olması otoriteyle, Leyla Erbil’in vahşiliğine vahşilik katmıştır o zaman diye, düşündüm dün bütün gece. Ödüle, jüriye, imza günlerine, edebiyatın piyasalaşma sürecine ayrı itiraz, devlete, tanrıya, erke, ataerkine, kurumsallaşmış tüm kimliklere ayrı itiraz, bedeni ve ruhu güdümleyen cinsellik biçimlerine ayrı itiraz… Ve bütün itiraz biçimlerini alaca renkli savaş boyalarının hepsini yüzüne sürer gibi içinde birleştirip, dilin içinden dile de başkaldırarak çıkan ürkütücü bir edebi doruk noktası… Leyla Erbil’in gecesi olsa olsa işte burası.



Sayıklayıp durdum dün bütün gece, Leyla Erbil buradan gitmişti, Zenime Zenime Zenime, sabah olmadan, karanlık günle solmadan, kaldığım baykuş tüneğimden kalkıp gittim açtım kapağını Cüce’nin, duydum hep yaptığım gibi bir kere daha sesini Zenime’nin: “Ne var ki, dünyada yoksa da bir örneği, modeline rastlanmamışsa da ‘hiç yazar’ın milattan öncede ve sonrada sandığımızdan  da çoktur onlar, halkların ‘hiç halk’ olanları gibi ve değillerse mezralarda, işkencede, dağlarda ve bayırlarda ya da toprak altlarında beklemektedirler günlerini unutmayan giderek devleşen bir bilinç gibi.”



Leyla Erbil, edebiyatımızın devleşen bilinçlerinden biri. Edebiyatta bilinç, ölümle solmaz ne mutlu ki.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.