Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Tarık Tufan: ''Kaybolmak Yeniden Başlayabilmek İçin Bazen Bir Lütutfur''



Şahane
Toplam oy: 118
Tarık Tufan’ın yeni romanı Kaybolan geçtiğimiz ay yayınlandı. Yayınlandığı günden bu yana çok konuşuluyor, çok okunuyor. 40 yaşına basan Hakan’ın kaybolma, geçmişiyle hesaplaşma ve haliyle geleceğini yeniden inşa etme sürecinin sancılı serüvenini anlatıyor Tufan. İstanbul’un sokaklarındaki bu “kayboluş”a tanıklık etmek sizi de derinden etkileyecek. Tarık Tufan’la yeni romanını konuştuk.

Kaybolan oylumlu bir roman, üç kişi etrafında gelişse de, tartıştığı çok konu var; günümüz kapitalizmi, pazarlama kültürü, evlilik kurumu, askerlik, Osmanlı mirası, aile, yazarlık, kişisel gelişimcilik… Bu romanın ve yazmaktan kaynaklı meselen neydi? Biraz buradan yola çıkalım sohbete…

 

Kaybolmak bahsini düşünürken iki cümle kafamın içinde dönüp duruyordu: Hayatın en çetrefilli meselesi, çözülmesi en zor sırrı gerçekte kim olduğumuzdur. Çünkü herkes hayatının bir yerinde kaybolur. Kaybolmak, karmaşık ve çok katmanlı bir süreç. Herkes kendi labirentinde kayboluyor ve o labirentin duvarlarını günümüz kapitalizmi, geçmiş yaşantılar, tüketim alışkanlıkları, aile yapıları, yabancılaşma, kariyer ve rekabet, kökenler ve daha başka olgular yükseltiyor. Bu kadar karmaşık olunca insan nerede kaybolduğunu çok kolay hatırlayamıyor. Sinsi bir hastalık gibi son evreye geldiğinde ne olduğunu anlıyorsun. Doğal olarak benliğini bulabilmek için, yeniden hatırlayabilmek için canhıraş bir çabayla her yere bakman gerekiyor. Her şeyi sorman, sorgulaman, gözden geçirmen gerekiyor. Varoluşunun bütün katmanlarını dolaşmak zahmetli bir iş. Kaybolmayı bu kadar can yakıcı ve çaresiz hale dönüştüren de geriye dönmenin zorluğu.

Kaybolan, 40 yaşında bir erkeğin doğum günü pastasına yanlış bir isim yazıldığını görmesiyle girdiği kimlik bunalımıyla başlıyor. Kimlik, kendini arama, bulma, kaybolma nedir sence?

Yeraltından Notlar’ın kahramanının yaşadığı ölümcül iç çatışmalarının başlangıcı nihayetinde sokak ortasında omuz omuza bir çarpışmadan ibarettir. Günlük hayatın içindeki sıradan karşılaşmalar, küçük anlar, anlamsız gibi duran detaylar insanın iç dünyasında büyük kapıların açılmasına ve oradan güçlü, derin duyguların boca edilmesine neden olabilir. Görmezden geldiğiniz yahut farkında olmadığınız, ertelediğiniz, hafife aldığınız bazı gerçeklikler ve duygular küçücük bir temasla patlamaya dönüşebilirler. Hakan’ın kırkıncı yaş gününde doğum günü pastasına başka bir isim yazılması da böyle bir şey. Asıl mesele o ânın sende hissettirdikleri. Gerçekten olmak istediğin kişi misin? Hayal ettiğin hayat bu muydu? Burada, bu insanlarla birlikte yaşamaktan memnun musun? Kimlik insanın bütün varoluşuna sirayet eden özellikler bütünüdür. Mizacımız, inandıklarımız, geçmiş yaşantımız, sosyal çevremiz, mesleğimiz toplamda kimliğimizi inşa ediyorlar. Bir yapıp etme ve duyumsama şekline sahip oluyoruz. Âşık olma biçimimizi, nefret etme biçimimizi, korkma, hüzünlenme, mutlu olma biçimlerimizi belirliyor kimlik. Kendimizle ve kendi dışımızdaki dünyayla nasıl ilişki kuracağımızı belirliyor. Kimlikteki yarılma hayatı bütünüyle sarsıntıya uğratıyor. Benliğinle arana mesafe girince her an uçurumun kenarında durmaya başlıyorsun. Çünkü o mesafe derin ve karanlık. Kaybolmak dediğim şey bu: İç bütünlüğün bozulması, kendinle arana mesafe girmesi, ruhsal huzursuzluğun artması, kendine dönük nefretin çoğalması ve bütün bunları sonucu olarak hızla yalnızlaşmak.

“Yazar gibi yaşıyorum, yaşar gibi yazıyorum.”

Hikâye ve romanlarının sıkı takipçisi olarak gördüğüm bir şey bu: Son yazdıklarında kapanmamış yaraları deşiyorsun, neden?
Bu yaralar benim vücudumda ve ruhumda var. Düşüşler, kaybolmalar hayatımı kuşatıyor. Ya görmezden geleceğim ya da baş edebilmenin bir yolunu bulacağım. Görmezden gelebilecek kadar küçük şeyler değil. Canımı acıtıyorlar, uykularımı bölüyorlar, nefes almamı güçleştiriyorlar. Edebiyatla, romanla kurduğum ilişkinin bir ucu buralara değiyor; roman zihnimi açık tutuyor, olayları kavrayışımı güçlendiriyor. Hikâyeler ve kurmacalar içinde gerçekliğin derinliğine nüfuz edebiliyor insan. Yaşamakla yazmak arasındaki ayrım muğlaklaşıyor, belirsizleşiyor ve zamanla iç içe geçiyor. Yazar gibi yaşıyorum, yaşar gibi yazıyorum.

Yaraları kahramanların (gene son yazdıklarından yola çıkıyorum), kaçarak, yalnızlaşarak deşmeyi tercih ediyor. Neden yüzleşmekten, hesaplaşmaktan kaçar olduk?

Dönemin ruhu, yeni hayat ve yeni insan biraz böyle; ağrıdan, acıdan, hüzünden mümkün olduğu kadar uzakta durmanın yolunu arıyoruz. Kendinle, geçmişinle, hayatınla, hatalarınla yüzleşmeye ve hesaplaşmaya başladığında neyi göze alacağını bilemezsin. Çok az insan sonuçlarının ne olacağını, ne kadar acı çekeceğini umursamadan bu yolculuğa çıkabilir. Acıyla yüzleşme melekelerimiz zamanla zayıfladı. Eskinin baş edebilme alışkanlıklarını tümden unuttuk. Bireycilik, çıkar ilişkileri, kıyıcı rekabet, barbar iş ahlakı hepimizi yalnızlaştırdı. İnsan insanın zehrini alır derlerdi, şimdi kim zehrimizi almaya talip olacak? Belki mecburiyetten kaçıyoruz, görmezden geliyoruz.
Peki, insana yaşadığı yıllar içinde bir kez olsun kaybolmayı önerir misin?

Kaybolmak önerebileceğim bir şey değil, ama bunu yaşadığın anda her şeye yeniden başlayabilme ihtimali de güzel. Kocaman bir umut. Sıradanlıkların, dalgınlıkların, alışkanlıkların dışına çıkabilmek için yeni bir fırsat. Pek çok insanın hayat dediğine bakalım? O şirkette işe başlamak mıydı hayat? Tamam sen de güneye iniyorsun, tamam sen de o mekânlarda sosyalleşebilecek paraları kazandın, tamam sen de güzel kadınlarla erkeklerle Instagram fotoğrafları paylaşabiliyorsun. Bu kadar mıydı? Yaşama yüklediğin anlam nerede? İnsan olmanın sırrına vakıf olabilmek için ne yapacaksın? Kaybolmak bazen insan için lütuftur. Yeniden başlayabilmek için…
Sen hiç kayboldun mu?

Evet, iki kez. İlkinden sonra kendimi buldum. Kısa süre sonra yeniden kayboldum. Bir daha bulabilir miyim bilmiyorum. Karanlıkta kalmak kolay değil.
“Aşk hem kaybolmanın hem de kendini bulmanın yegâne sırrıdır.”


Tüm bu keşmekeşin (romanda ve gündelik hayatımızda yaşanan da aynı aslında) içinde kaybolmuşken kendini/ kendimizi nasıl bulacağız?
Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı’nda beni çok etkileyen bir ifade var: “Kendimizi kaybetmiştik, sen ikimizi de buldun.” Belki birine ihtiyacımız var. Önce onu bulmamız gerekebilir ve böylece onunla yeniden kendini bulabilmek mümkün olabilir. Hayatta çok az da olsa öyleleri var. Romanda Hakan’ın yaşadığı şey tam da bu. Aşk olmadan insan kendini bulamaz. Fakat en çok âşıklar kaybolur. Aşk hem kaybolmanın hem de kendini bulmanın yegâne sırrıdır. Hem yaradır hem merhem. Hem derttir hem derman.
Kaybolan hem kendi geçmiş kitaplarına küçük selamlar çakıyor hem de büyük edebiyat klasiklerinden muhteşem alıntılar içeriyor. Neden böyle kurgulamak istedin bölümleri?
Her yazdığım roman dünyamın bütününe karşılık geliyor. Tartıştığım meseleler, uzun yıllar boyunca zihnimi meşgul eden konular. Uzun zaman dilimine yayılıyorlar. Eski romanlarım da bunun bir parçası beni etkileyen büyük romanlar da. O yüzden bir romanı kurgularken o büyük dünyadan parçalar serpiştirmeyi seviyorum ve dahası önemsiyorum. Burada süregelen bir dünya, akıp duran bir hayat var demek istiyorum. Bu aslında bazı şeylerin devamı demek istiyorum. Kaybolan bir anda ortaya çıkmadı. O bütünün bir parçası olarak var oldu. Zihinsel ve duygusal yolculuğumun izlerini göstermek istiyorum. Her seferinde kendi dünyamı biraz daha genişletmek istiyorum. Orada Saatçi Nurettin Efendi var, Jülide var, İshak var. Büyük edebiyatçılar var. Hayatım var. Sürekliliği de vurgulamış oluyorum böylelikle. Ayaklarım yere basıyor.
Külliyatının anahtar kelimeleri var: İstanbul, mahalle, kimlik, aile, aşk... Yeni bir anahtar kelime eklendi mi Kaybolan vesilesiyle?
Bu kelimelere yenisini ekleyebiliriz: Hafıza, yüzleşme, arayış, sosyal sınıflar, aidiyet, suçluluk duygusu. İstanbul’a büyük bir tutkuyla tutunuyorum. Her köşesi beni anlatmak için heyecanlandırıyor. Okurlar da bu sözlüğe katkıda bulunabilirler zaman içinde. .
“ŞANZELIZE DÜĞÜN SALONU’NUN SENARYOSUNU YAZIYORUM.”

Romanlarının özelliği sinematografik olmasıdır. Bundaki sebep elbette sinemaya da emek veriyor olmanda. Son iki romanın için (Şanzelize Düğün Salonu, Düşerken) sinemaya/diziye uyarlama çalışmaları vardı, nasıl ilerliyor bu süreç?

Sinemayla ilişkim bir tür aşk ve tutkuyla devam ediyor. Şanzelize Düğün Salonu’nun senaryosunu yazıyorum. Yakında biteceğini umuyorum. Benim çok sevdiğim bir hikâyeydi ve okurun da ilginç bir şekilde gösterdiği tepki sinemaya uyarlanabileceğiydi. Epeyce insan “izler” gibi okuduğunu söyledi. Düşerken’i birkaç yönetmen arkadaşımız istedi, ama senaryonun içinde olmak istiyorum. Bu yüzden biraz erteledim. Bir yapımcı Beni Onlara Verme’yi dizi olarak uyarlamak istiyor. Oradaki öykülerin, semtin, karakterlerin ve olayların atmosferi etkilemiş. Bir dizi olarak yapmak arzusunda, henüz konuşma safhasındayız. Gelişme olursa diziye dönüşebilir.
Peki, yazarken, “Gün gelir sinemaya uyarlarım” kaygısına (kaygı da demeli miyiz bilmiyorum tabii) kapılıp kurgusal müdahalelerin oluyor mu?



Roman yazarken asla aklımdan böyle şeyler geçmiyor. Tamamen anlatıma odaklanıyorum. “Nasıl daha iyi anlatabilirim?”den başka hiçbir şey düşünmüyorum. Bütün gücümle dile, üsluba, olay örgüsüne kafa yoruyorum. Benim derdim, meselem bu: İyi anlatmak. Romanın olanaklarıyla, sinemanın olanakları birbirinden çok farklı. O yüzden de asla birbirine karıştırmıyorum. İkisinin kurgulama biçimleri ayrı. Mesela Şanzelize Düğün Salonu’nun senaryosunu yazarken, romanı yeniden yazıyormuş gibi üzerinde çalışıyorum. Anlatı teknik olarak değişince, sahneler de değişiyor.
Kaybolan için bir öngörün var mı sinema/dizi için mesela?




Kaybolan henüz çok yeni bir roman. Önce okuruna ulaşsın. İnsanlar ne düşündüklerini anlatsınlar, sonrasına bakarız. Birilerinin ilgisini çekerse, severlerse neden olmasın?
Ters açıdan da sormak isterim; mesela senaryosunu yazdığın efsane film Yozgat Blues’un romanını yazmak ister miydin?




Aslında Yozgat Blues’un hikâyesini önce roman yazmak üzere tasarlamıştım. Bir kenarda sırasını bekliyordu. Sonra Mahmut’la paylaşınca film yapmak istedi. Bunun üzerine oturup senaryosunu yazdım. Şu andan sonra romanını yazmayı düşünmedim. Ama filmden önce roman olarak hayal ediyordum. Tam tersine Kaybolan’ın ana hikâyesini de senaryo olarak yazarım diye düşünüyordum. Sonra üzerine çalıştıkça romana kaydı. Olayların zamanları, mekânları katmanlaştıkça roman heyecanı ağır basmaya başladı. Sanırım hikâyelerin de bir kaderi var ve oraya doğru yürüyorlar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.