Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Bilinmez uzaklar”ın yerlileri ve yabancılar


Gayet iyi
Toplam oy: 289
Dorothee Elmiger
DeliDolu
Elmiger, bilinmez uzaklar ile bilindiği sanılan yakınlar arasındaki gerilimi bizzat yaşayanların dilinden romanlaştırıyor.

Felsefeci ve siyaset bilimci Dorothee Elmiger’i kısa sürede Avrupa’nın önemli romancılarından biri haline getiren şey; günceli, uzak ve yakın geçmişle, politikayla ve kültürel sorunlarla bir arada ele alması. İlk kitabı Cesurlara Davet’te, bilinemezlik teması öne çıkarken; ikinci romanı Uykuyayatanlar’da ise ana izlek, bilme isteği. Bu da yazarın, dümeni distopyadan hakikate kırmaya çalıştığını gösteriyor.



Yirminci yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 1990’larla beraber en önemli tartışma konularından (ve sorunlardan) birine dönüşen kimlik (aidiyet) ve buradan türetilen çokkültürcülük (çokkültürlülük değil) probleminin bir ayağı, hem coğrafi hem de kültürel yersiz-yurtsuzluk. İşte Elmiger’in Uykuyayatanlar’da bir grup insan arasında kurguladığı sohbetin en belirgin konusu da bu.


“Biz kimiz ve nereliyiz?”


“Uykuyayatanlar”; on dokuzuncu yüzyıldan itibaren (romanın geçtiği) İsviçre’de, gerek yakın geçmişteki yoksul proletarya gerek yirminci yüzyıldan itibaren ülkeye gelmeye başlayan göçmenler için kullanılan, yatacak sabit yeri bulunmayanlara işaret eden tarihsel bir niteleme. Elmiger, bu tarihle günceli buluşturduğu kitabında; farklı meslekten bir grup insan (yazar, çevirmen, lojistikçi, gazeteci vd) arasında, yakın geçmişten yola çıkıp bugüne ulaşan uzun bir sohbet kurguluyor. Konuşmanın “nesnesi” ise, sınırları binbir güçlükle aşarak Avrupa’ya ve özellikle İsviçre’ye ulaşan, yersiz-yurtsuzluğu derin biçimde hisseden göçmenler. Sohbet edenler de dünyanın dört bir yanını gezip deneyim biriktirmiş kişiler. Ancak mültecilerin yaşadıklarını bir noktaya kadar kavrayabiliyorlar. Üstelik Avrupa’nın ikircikli tavrını kimi anlarda eleştirirken mültecilerin maruz kaldığı muameleyle ilgili itirazsızlığı da tartışıyorlar.


Kafalarındaki resim ile sokaktaki fotoğrafı karşılaştıran Elmiger’in karakterleri, mültecilerin bilinmez uzaklara gelişine dikkat kesiliyor. Bu “yeni memleket”; farklı bir dili, politik çeşitliliği, belirsiz yolları, karanlıktan çıkma ihtimalini, yeni kuralları ve kuralsızlıkları temsil ediyor.



Koyu sohbetin omurgasını oluşturan mültecilerin “yabancılığı,” bu “sorunla” baş etmeye çalışan Avrupa’nın mesafeli tavrını çağrıştırıyor. Fakat Elmiger, bu netameli ve ağır konuyu dramatize etmeden işlerken her iki taraf için de geçerli olan “Biz kimiz ve nereliyiz?” sorusunu canlı tutuyor. Gezgin konuşmacılar ve mülteciler için bir ütopya olan yolculuk, bu soruyla birlikte distopyaya dönüşüyor. Elmiger romanda, bu anlamda ince geçişler ve manevralara girişiyor.

 

 

 

Yüzeysellik-derinlik ikilemi


Roman karakterlerinin sohbeti, ütopya-distopya arası bir yolculuk kıvamındayken okurun yüzleştiği tanıdık olma halini ve “ötekiliği” ayıran ince çizgi, Avrupa’nın mültecilik karşısındaki savruluşunu/yalpalayışını yansıtıyor. Belirsiz bir zaman ve mekanda konuşan roman karakterleri, bilinmeze yollanan mültecilere bakarken doğal olarak sınır(lar) gündeme geliyor. Bu da kaçınılmaz biçimde felsefi, politik ve kültürel tartışmalar doğuruyor: Kimlik, yabancılık, çokkültürlülük ve çokkültürcülük; ilk anda dikkat çeken kavramlar.


Elmiger, didaktik bir biçemle okura seslenmektense “yerlilerin”, “yabancıları” tartıştığı ve bu bağlamda Avrupa’daki açmazları, roman karakterleri arasında kurguladığı sohbete yedirmeyi tercih edince mültecilik ve göç konusunda canlılığını koruyan yüzeysellik-derinlik ikilemi belirginleşiyor Uykuyayatanlar’da. Kısacası Elmiger, bilinmez uzaklar ile bilindiği sanılan yakınlar arasındaki gerilimi bizzat yaşayanların dilinden romanlaştırıyor.

 

 

 


 

 

Görsel: Jon Tyson (Unsplash)

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.