Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ağlamak İçin Vakit Yok


Vasat
Toplam oy: 1364
Yannis Ritsos
Kırmızı Yayınları

Ağlamak için vakit yok. Yannis Ritsos’un Rumluk şiiri üstüne tek bir tümce kurmam istenseydi bunu söylerdim. Ritsos Rumluk’u Yunanistan’daki içsavaşa ve öncesine denk gelen 1945-1947 yıllarında yazmış. Bu dönemin hem ülkesi hem de kendisi için acı dolu, çok zor bir dönem olduğu bilinir. Önce Alman işgali sonra içsavaş... Bu şiirine Romyosini adını vermiştir çünkü ona göre sözcük, Eski Yunan’dan günümüze süregelen bir halk demektir. Yoksul, ezilen, yönetilen halk. En başta özgürlük, eşitlik, onur, ekmek, toprak, insan diyen bu şiir Ritsos’un önce halkına sonra da insanlığa duyduğu sevginin şiiridir. Rumluk şiiri hakkında “İnsan başka yurtlardan, başka uluslardan nefret etmeden de kendi yurdunu, kendi ulusunu sevebilir, sevmelidir. Yurtseverlik’in olağanüstü’ye gereksinimi yok; kendi ulusunu, kendi yurdunu eleştirerek, doğal ve olağan sevginin mucizesiyle sevebilir insan” diyen Özdemir İnce iki önsözde de, bu uzun şiirin böyle bir sevginin, gerçek sevginin şiiri olduğunu belirtiyor. İki önsöz var çünkü Rumluk’un ilk basımı Varlık Yayınları’nca 1989’da yapılmış. Şimdi ise Kırmızı Yayınları şairin ‘Rumluk’ ve ‘Yaşlı Kadınlar ve Deniz’ şiirlerini bir kitapta okura sunuyor.

“Güneş emindir dünyadan, el sıkışınca onlar,
gülümseyince onlar küçük bir kırlangıç çıkıp gider sakallarından”


Ritsos’un ölüme ve işgalciye karşı direnen, savaşçı erkekleridir onlar. Ölüm paltolarının deliklerinden girip çıkmaktadır, dilleri servi kozalağı... Ağaçtan ağaca taştan taşa geçerler dünyadan, dikenden, bir yastıkta uykudan geçerler. Kuru avuçlarında bir ırmak gibi taşırlar yaşamı. Kadın annedir, eştir, duldur, bekleyendir, onurdur ve başkaldıran. Oturup kenarına gözleriyle eğirir denizi. Nakış nakış bir kızıl denizkızı dövmesi taşır Ritsos’un yurdunun erkekleri sol kollarında ve bir avuç tuzlu ışık vardır genç kızlarının eteklerinin altında. Mitsel, destansı bir ses. Hatta birkaç ses. Kadının, erkeğin, doğanın, yaşamın ve şairin sesi. Şiir boyunca sözü birbirlerine bir bayrak gibi bırakıyorlar. Üst dudağındaki altın tüyü düşünüp damlayan harmancı, gemici, kalaycı, süngerci... Ses geçişleri yumuşacık, hepsi birden konuşuyor bile olabilirler. Dizeler, zengin görsel ifadelerle ardı ardına gelen film kareleri gibi.

Su düşünüyor, toprak çatlamış, kayalar el ayak yakıyor. Buyurun, doğa konuşuyor şairin yerine.

“Gel şimdi tozlu kirpikli bacım, yoksulluğun ve yılların kaygısıyla
kararmış -altın elli bacım-
sevgi bekliyor seni çalılarda
senin için asıyor mağarasına kara ikonanı martı
ve ayak tırnağını öpüyor küskün deniz kirpisi”


Yokluğun, cefanın, zor insanlık hallerinin şiircesi:

“Çeşmede bir gölge. Fıçı buz tutmuş.
Nalbant’ın kızı, ıslak ayaklarla.
Masada ekmek ve zeytin
asma dalları arasında lambası çoban yıldızının
ve yukarlarda, şişinde döner samanyolu kokar mis gibi
yanık yağ, sarımsak ve biber kokar.”


Ama hep umut var:

“Demek ki bulacak ağaçlarını ışık, ve bir gün bulacak ağaç yemişini.
Hâlâ su var matarasında öldürülenin ve ışık var.
İyi geceler kardeşim. İyi geceler.”


******

Yaşlı Kadınlar ve Deniz için yine tek bir tümce kurmam istenseydi “Kadın sonsuzda biter” derdim, hem eksi hem de artı sonsuzda. Deniz de bitmez. Git git bitmez, bekle bekle gitmez. Yaşlı Kadınlar ve Deniz, Ritsos’un başka bir dönemine denk gelen dramatik şiir de denebilecek şiirlerinden biri. 1958’de Sisam Adası’nda yazdığı bu şiirle birlikte pek çok şiirinin birçok ülkede sahnelenmiş olması hakkında şöyle diyor Ritsos: “Şiirsel alanın dışında kalan alanların olanaklarından yararlanırım, diyorum, ama şiirlerimde tiyatroya özgü özelliklerini korumazlar tiyatronun olanakları, şiirin sözsel olanağına dönüşürler.” 

Bu şiirde yedi kadın zamanın derinlemesine oyulmuş yeşil sessizliğinde konuşuyorlar. Kadınlıkla, denizle, yaşamla, erkekle, tanrıyla, kaderle, gölgelerle, sessizlikle, yalnızlıkla ve ölümle hesaplaşıyorlar. Bazen sevmiyorlar deli gibi sevdikleri erkeklerini ve denizi de sevmiyorlar bazen. İster yataklarına almış oldukları ister karınlarına alıp doğurdukları olsun, erkekleri, bir süre sonra, bıyıkları terledikten hemen sonra denize dönüyorlar çünkü. Deniz çok. Deniz çok çünkü.

“Ekmek gibi dilim dilim kesilmez deniz, paylaşılmaz,
bütündür o, bütün olarak ister seni, bütün olarak alır,
bütününle savaşırsın ona karşı, ya kazanırsın ya yitirirsin.”


Toprak nedir, özgürlük, tanrı, kader, yaşamak ne? Süreklilik, sevgi, acı, sevinç, şefkat? Dünyanın anlaşılması, yaşamın anlamlandırılması için “kadın”ı bir olanak olarak görür Ritsos şiirlerinde. Bir yaşlı anadan, Helena’ya kadar her kadının yeri çoktur onun dizelerinde. Kadın öncesinde yaşamış, sonrasında gelecek tüm kadınların toplamıdır. Onlara bildikleri her şeyi şimdiki kadın öğretmiştir. Bildiği her şeyi ise onlardan öğrenmiştir.

“İKİNCİ KADIN
ama farklı olsa bile ötekilerin yaptıkları şeyler, bizden öğrendiklerinin bir uzantısıdır,
    devamıdır – öyle değil mi?

DÖRDÜNCÜ KADIN
Ah! Evet! onun uzantısı! iyi bir sonucu – bizim malımız, bizim mülkümüz, ama biraz da
yabancı

ALTINCI KADIN
sanki bir sözcük söylüyorsun, ötekiler kendiliklerinden gelip sıraya giriyorlar; yabancı
    olanlar
evet onlar da sendeydi –senin sözcüklerin? Senin ağzından çıkan sözcükler? Öyle değil mi? –
    şaşıyorsun
bunca aklı başında, ciddi, güzel şeylere sahip oluşuna, hem de haberin bile olmadan”


*****

Yeri gelmişken, Kırmızı Dünya Şiirleri Serisi kitaplarının okuma iştahı açan biçim özelliklerine dikkat çekmekte fayda var. Ayrıca bu kitapları yollarda, çay bahçelerinde vb yerlerde okumak üzere kıvırıp cebinize rahatlıkla koyabilirsiniz, kitap kapakları çizilip yıpranmıyor, yapraklar kopmuyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.