Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ağzı bozuk, kafası atık bir roman


Vasat
Toplam oy: 1389
Emrah Serbes
letişim Yayıncılık
Emrah Serbes’in 17 yaşındaki bir erkeğin köşeye sıkışmışlığını anlatırken yarattığı samimi havanın, bilindik ve –üzgünüm– artık hakkında konuşmaktan dahi yorgun düştüğümüz "Gezi maceraları"na dönüşmesine ikna olmadım.

Güncel, yani içinden geçmeyi sürdürdüğümüz, henüz “dün” olmamış, olsa da eski bir şeye bakar gibi bakmayı henüz beceremediğimiz bir şeyin romanını yazmak, ya da böylesi “sanatsal” bir çabayı bir kenara koy, o mesele hakkında sadece adamakıllı bir çıkarım bile yapmak, bunu yapan için de, onun yaptığına “seyirci” olan için de pek kolay bir iş değil. Toplumu iki ucundan tutup hallaç pamuğu gibi atan, tarumar eden, kırk yılın başında cereyan eden olayları düşündüğünde ise durum ister istemez biraz daha çetrefilli. Gezi’den bahsediyorum ve “Gezi olayları”nın peşine hem bireysel hem  toplumsal belleğimizde yığılan sürüsüne bereket hikayeden, ve elbette o hikayelerin bacağına bir çocuğun annesinin bacağına yapıştığı gibi yapışan türlü duygudan. Bu hikayeleri nasıl anlatacaktık? İlk kimler cüret edecekti büyük yangından geriye kalan o tekinsiz eve girmeye? İçeride ne bulacaktı? Bulduğunu “layıkıyla” anlatabilecek miydi? Yangını bizzat gözleriyle görmüş okur nasıl duygularla bağlanacaktı anlattıklarına; nostaljik bağlar mı kuracaktı, gözleri mi dolacaktı misal, yoksa “biz bu filmi görmüştük” duygusu mu ağır basacaktı? Yangından mal kaçırır gibi gaz bulutları dağılır dağılmaz kağıdın başına oturanların acelesi nasıl metinlere gebe olacaktı? Heyecan, tutku iyi güzeldi de, henüz tozu inmemişken yolun, ne görünür olacaktı, ne saklı kalacaktı tozun dumanın içinde?

 

 

 

 

İşte galiba bu yüzden, hikayeciliğine epey güvendiğim, “beni yarı yolda bırakmaz” dediğim, akranım yazarlar içerisinde ayrı bir yere koyduğum Emrah Serbes’in yeni romanı Deliduman’ın “Gezi ile alakalı” olduğu duyduğumda küçük bir telaş kapladı içimi. Serbes’in Erken Kaybedenler ile tanıdığım “fırlama ama duygusal” kalemi, 80’lerde çocuk olmuş ve 2000’lerde yazmaya soyunmuş yeni nesil hikaye anlatıcıları arasında farkında olmadan bir ekol yarattı gibi geliyor bana. Sokağın dilini edebiyatın diliyle yan yana getiren ve bunu yaparken de yer yer arabeske kaçsa da (ki arabeske meyille alakalı şikayetimiz yok) okuruyla güçlü duygusal bağlar kurmayı başaran bir yazar oldu. Ama Gezi? Gezi’den hareketle bir roman? Sadık okur kitlesinin uzun zamandır hevesle beklediği bir romanla karşılaşma anında sizden saklayacak duygum yok: Tedirginim. Çocuğunu ÖSS’ye gönderen anneninkine benzer bir şey bu; takipte olduğum yazarların yeni kitaplarının doğumu yaklaştıkça hissettiğim okur tedirginliği…

 

Sadece bir "Gezi romanı" değil

 

Deliduman deli, ağzı bozuk, kafası atık, hayata ve onun hainliklerine kızgın, kalbi kırık bir roman. Otelcilik ve turizm meslek lisesinde okuyan 17 yaşındaki Çağlar’ın ağzından, onun ve çok derin duygularla bağlı olduğu “en doğaüstü meziyeti moonwalk olan” kız kardeşi tombik Çiğdem’in hikayesi anlatılan: Bu aşırı sevilen kardeşin yetenek yarışmasında başlayan, günümüzün açgözlü para ve sermaye meseleleriyle hemhal, bitmek bilmeyen kendini ispatlama ve şöhreti yakalama hikayesi aslında. Büyük şehrin uzağında, sakin ve yer yer klostrofobik bir ilçede köşeye sıkışan sıradan bir hayat Çağlar’la Çiğdem’inki. Terk edilmiş ve antidepresanlarla yaşayan tedirgin bir taşra annesi, katakullisi bol belediye başkanı bir dayı, içtikleri su ayrı gitmeyen kanka Mikrop Cengiz, “ben seni öyle görmüyorum” diyen şu bir türlü unutulamayan eski sevgili, çok özlenen kahraman bir dede ve sancılı bir baba-oğul ilişkisi. Hikaye, Gezi direnişine dek uzanıyor. Taşradan kalkıp kendini gaz bulutlarıyla çevrili Taksim’de buluyor Çağlar, ve bu sürprizli yolda ergenliğin bilinen tüm kızgınlıklarına, kalp kırıklıklarına uğruyor. Dalgacı ve mizahi tarafı güçlü bir roman beri yandan Deliduman. En ciddi meselelere bile “hadi oradan” diyor. Otoriteyle dalga geçiyor, aileyle, yeri geldi mi aşkla ve direnişle… Ama ayakları yere basıyor ve tüm serseriliklerine rağmen duygusallığı ve naifliği elden bırakmıyor.

 

Çağlar her ne kadar umursamaz, eyvallahsız olsa da, kederli bir çocuk. 17 yaşında ama hayatın ne menem bir şey olduğunu biliyor, bilmiyorsa da hissediyor. Yediği bir yumruğun ardından, “Elektrik direkleri, adalar, çaktırmadan iç içe geçmiş bulutlar, gökyüzünde beyaz çizgiler bırakarak yükselen uçaklar ve tedirgin bakışlarla dolu bir dünyada yaşıyorduk. Acı dolu bir dünyada yaşıyorduk ve bu acıların çoğunun mantıklı bir açıklaması yoktu. Kör bir boşluğa düşer gibi yaşıyorduk ve dik bir yokuşu çıkmaya benziyordu bu düşüş. Özümüzden kopmuştuk,” diye geçiriyor içinden. Öyle bir çocuk. Hocaları işkillendiren, sınıfta arka sırada oturan şu çocuklardan. Zeki ama çalışmıyor. Kardeşi Çiğdem’e olan tutkusu her şeyin önüne geçiyor. Hayattaki tek hedefi onu mutlu etmek ve bu yolda elinden geleni ardına koymuyor. Kentsel dönüşümün kurbanı olan, çocukluğunun geçtiği ilçenin değişen suretine paralel olarak, hayatın külliyen yitirdiği naifliğinin farkında, bu yüzden acı çekiyor, yine de boyun eğmiyor, köşesine çekilip “n’apalım” demiyor, kardeşine olan sevgisinden aldığı gazla –ki onu hayata bağlayan tek şey neredeyse o naif sevgi– savaşıyor.

 

Ama… (“ama”lardan sonrasını ben de sevmiyorum) romana dair bir okur olarak başta taşıdığım tedirginlik, hikaye Gezi’ye vardığında yerini rahatlamaya bırakmıyor. Deliduman’ın sadece bir “Gezi romanı” olmadığını fark etsem de çoktan -zira Çağlar’ı, Çağlar’ın şahsi hikayesini hevesle ve merakla okudum o ana kadar- romanın Gezi ayağına bir türlü ısınamadığımı itiraf etmeliyim. Nedenini çok düşündüm, tam da bulamadım doğrusu ama şunu bulup çıkardım sonunda: Serbes’in o kenarda kalmış ilçeden memleketin geneline bakarken ve 17 yaşındaki bir erkeğin köşeye sıkışmışlığını anlatırken yarattığı samimi havanın, o noktadan itibaren okuru şaşırtmaktan uzak, bilindik ve –üzgünüm– artık hakkında konuşmaktan dahi yorgun düştüğümüz “Gezi maceraları”na dönüşmesine ikna olmadım. Gezi’nin Çağlar’ın ve Çiğdem’in kıymetli hikayelerinden rol çaldığını hissettim. Ve keşke dedim, İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde kıyamet koparken taşrada eşzamanlı olarak olan bitenle yetinseydi Serbes. Gezi’ye yakından bakmaya ziyadesiyle alışık gözlerimizi bulduğu o taze yerde tutsaydı.

 

Yine de, daha ilk sayfadan bir Emrah Serbes romanı olduğunun sinyallerini veriyor Deliduman. Hayatın geneline dair, hepimizin başından geçmesi olası gündelik hayat hikayelerinin içinden devşirdiği naif ve alıp kenara koymalık tespitleriyle ve fırlama diliyle uzun bir aradan sonra kavuştuk. Sağolsun, varolsun.

 

 

 


 

 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.