Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ahmet Büke’nin Öykü Evreninde Yeni Bir Katman


Zayıf
Toplam oy: 88
Sait Faik’in açtığı yoldan geçerek kendi öykü evrenini yaratan isimlerden Ahmet Büke. Yazar, yeni öykü kitabı Varamayan ile çok konuşmadan, sesini yükseltmeden anlatıyor anlatacaklarını ve her seferinde o tanıdıklık hissini bırakabiliyor.

Türk edebiyatında öyküyü Sait Faik öncesi ve sonrası olarak ayırırsak sanırım abesle iştigal etmiş olmayız. Sait Faik Abasıyanık’ın hazırladığı yazınsal zemin üzerine hızla artan kentleşmenin ve kent hayatının etkileri, bireyi önceleme, varoluşu öyküde sorgulama gibi modernist yaklaşımların 50’ler sonrasında öykünün çehresini değiştirdiğini görüyoruz. 50 kuşağı öykücülerinden Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Demir Özlü, Onat Kutlar, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Tomris Uyar gibi isimlerin sadece içerik olarak öyküde yeniliğe gitmediği aynı zamanda biçim ve dilin kullanımında da sınırları değiştirdiği aşikâr. O dönemin öykücülerinin artık “ne” anlattığının yanı sıra “nasıl” anlattığının ve hatta “neden” anlattığının da önemli olduğu bir dönemden söz ediyoruz.


Varamayan Ahmet’in hikâyesi
2000’lere geldiğimizde öyküde 50’lerin mirasının hakkıyla taşındığı ve hatta edebiyatın imkânları dahilinde üzerine çıkıldığı görülmekte. Son dönem yazarlarında, öyküde daha iktisatlı bir üslup, fazlalıklarından arındırılmış bir Türkçe ile verilen örneklerle karşılaşıyoruz. Bu öyküleri güzel yapan aynı zamanda hikâyeden de uzaklaşılmaması ve dahası modern insanla özdeştirilen yalnızlık, bireyselleşme, kötücüllük, bunaltı gibi kavramların şehir veya taşra edebiyatı olarak ayırmadan insan hikâyeleri olarak karşımıza çıkması diyebiliriz. Ahmet Büke öyküsünü kendi adıma tam da burada bir yere koyabiliyorum. Coğrafyasından yükselen bir ses olarak insanı, tabiatı ve doğayı yakından tanıyor, bunu tasarruflu kullandığı kelimelerle su gibi öykülere yansıtabiliyor. 2011’de Kumrunun Gördüğü adlı kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan Büke, öyküsünde Sait Faik’in açtığı yoldan geçerek kendi öykü evrenini yaratmış görünüyor. Büke’nin Varamayan isimli öykü kitabı geçtiğimiz günlerde okuruyla buluştu, bekleyenlerine yeni bir nefes oldu.
Varamayan iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm tek uzun bir öyküye ev sahipliği yapıyor; “Varamayan Ahmet”’in öyküsüne. İkinci bölümde ise 11 kısa öykü bizi bekliyor. Ahmet’in hikâyesi sadece bir yol hikâyesi değil. İnsanın aklın en alt düzeyinde dahi sahip olduğu biricik safi duyguların; sıla özleminin, hiç peşini bırakmayan çocukluk bulutunun, anneye duyulan o katıksız sevginin anlatısı. Ahmet, askerden yeni terhis olmuş, anasına, ocağına, köyüne kavuşma hayalinde safça bir oğlan. Bir tren yolculuğuna çıkıyor. Büke, bu saf oğlana, bir taşra dekorunda öyle güzel bir hayat veriyor ki bu tren yolculuğu artık okura yük oluyor. Ahmet’e bir el uzatma, elinden tutuverip anasının yanına koyuverme isteği ve sabırsızlığı ile doluyor insan.

İlk gençlik anlarının kokusu
İkinci bölümde ise kısa, “öykü nedir” niteliğinde metinlerle baş başayız. Konuşan ama aynı zamanda dinleyen karakterler, yazarın en bildiği coğrafyanın insanları. Büke, çocukluk ve ilk gençlik yıllarına götürmeyi seviyor okurlarını. Bir çocuğun ya da bir gencin ağzından bir an yakalayıp, o anın kokusunu, rengini çizdiği mekân ve insan portreleri ile canlandırıveriyor.
Büke, öykülerinin ilk cümlelerinden alıp akışa dahil edebiliyor okurunu. Çok konuşmadan, sesini yükseltmeden anlatıyor anlatacaklarını ve her seferinde o tanıdıklık hissini bırakabiliyor. İşte bu yüzden tam da edebiyatın bizi götürmesini istediğimiz yerde ortaya çıkıyor Ahmet Büke’nin öykü evreni.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.