Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Aşk: Kendimle aramdaki en kısa mesafe


Gayet iyi
Toplam oy: 193
Haz. Seval Şahin, Tevfika İkiz
Bağlam Yayıncılık
31 yazar/şair tarafından kaleme alınmış, her biri aşkın farklı boyutuna, biçimine değinmiş; hazla, gözyaşıyla, mürekkeple yazılmış aşk mektupları…

İlk okuduğum aşk mektupları annemle babama aitti. Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum; sanırım ortaokula gidiyordum. Üzerinde ayçiçek motifleri olan yaldızlı büyük bir çikolata kutusunun içinde yer alan ve salondaki vitrinin en üstünde saklanan aşk mektupları… Bolca özlem, tutku, sevgi içeren…


Kutunun saklandığı yer çok da gizli bir yer değildi aslında. “Gel beni oku” diyen kışkırtıcı sesi duymamı sağlayacak kadar ulaşılabilir bir yerdi orası. Annemle babamın evde olmadığı zamanlarda sandalyenin üzerine çıkıp vitrindeki o kutuyu almak ve gizli gizli, satır satır her mektubu okumak en büyük haz kaynaklarımdan biriydi. Evde Pandora’nın kutusu vardı yani! Bu durum elbette yıllar sonrasının itirafı olarak bir yerde saklı tutulacaktı.



Okuduğum ilk aşk mektuplarının annemle babama ait olma hadisesi, beni yıllar sonra bir psikolog olarak epey düşündürdü tabii. Bu şans mıydı, yoksa şanssızlık mı? Bu tartışmanın yeri burası değil biliyorum ama aklıma yeniden bu soruyu getiren ve aşk mektuplarını okumanın hazzını hatırlatan bir kitap ile haşır neşirim günlerdir: Seval Şahin ile Tevfika İkiz tarafından yayına hazırlanan Aşk Mektupları. 31 yazar/şair tarafından kaleme alınmış, her biri aşkın farklı boyutuna, biçimine değinmiş; hazla, gözyaşıyla, mürekkeple yazılmış aşk mektupları… Kimi cevapsız kalan, kimi hiç tanınmayan birine yazılan, kimi sıra dışı kimi sıradan aşklara yazılmış…



Kitabın ortaya çıkış hikayesi, Uluslararası Psikanaliz Etkileşimleri Derneği İstanbul grubunun “Aşk Mektuplarından Sosyal Medyaya” konulu toplantısı. Söz konusu toplantının hazırlıkları sırasında, konu ile ilgili olarak “edebiyat açısından ne yapılabilir” diye düşünüldüğünde ortaya işte bu kitap çıkmış.

 

 

Tıpkı aşk gibi…

 
Kitap, psikanalist Ayça Gürdal Küey’in “Aşk Mektuplarından Psikanalizi Yazmaya” başlıklı makalesi ile başlıyor. Burada Freud’un 14 Temmuz 1882 tarihinde nişanlısı Martha Bernays’a yazdığı bir aşk mektubuna yer veriliyor ve psikanalizin edebiyat kokan sokaklarında dolaşılıyor. “Aşk Mektuplarından Robotik İlişkilere” başlıklı makalesiyle psikanalist Tevfika İkiz ise, ilişkilerdeki dijitalizasyon, sanal gerçeklik bağlamında çağımızın ve ruhsallığımızın geldiği noktayı irdelemiş: “Aşk mektuplarını nerede ve hangi şartlarda yazıyorduk diye sorulabilir; odamızda, masamızın başında ya da yatağımızın köşesinde. Öteki ile sadece iki kişilik bir anın paylaşılmak istenmesi söz konusu olup yazarken sevgiliyi hayal etmek, başka hiçbir dış etkenin araya girmesine izin verilmemesi gerekiyor.”



Psikanalitik iki makaleden sonra, sayfaları edebiyatçılar devralıyor ve bizler de okuyucu olarak kendimizi binbir türlü duygunun içinde yuvarlanırken buluyoruz. Mektupları okurken, aşkla her karşılaşmanın, aslında en çok da insanın kendisiyle karşılaşması olduğunu görüyoruz. İç hesaplaşmalar, çatışmalar, doyumsuzluklar, yüksek duygular, yüksekten uçuruma yuvarlanmalar derken yaşadığınız ya da yaşıyor olduğunuz aşklara şöyle bir gülümsemeyi de ihmal etmiyorsunuz.


Aşk sözcüklerinin sosyal medyadaki iletişim kanallarından iletildiği, hatta aşkların bile ekranlardan yaşandığı, mesajlara anında yanıt beklendiği, özlemin görüntülü konuşmalardan giderildiği düşünüldüğünde; diğer bir deyişle kimselerin eli gitmezken mektup yazmaya, bu kitap, kaybedilen bazı naiflikleri yeniden hatırlamaya aracılık edebilir. Kitabın yazarlarından Buket Uzuner mesela, yazdığı metinde mektupların kanlı canlı haline bir selam gönderiyor: “İnsanın kelimeleri seçerken dirseğini dayadığı, yazarken elinin değdiği kağıda, sevdiği birinin de dokunacağını düşünmesi hâlâ heyecan verici değil mi?”

Kitabın son sayfasını çevirdiğinizde vakti zamanında kendi yazdığınız, yolladığınız veya yollamadığınız; yazmasaydınız nefes alamayacak olduğunuz; cevapsız kalan, görmezden gelinen, hoyratlığa uğrayan ya da öpüp koklanıp saklanan, duygunuzu çoğaltan, sizi büyüten, uğruna uykusuz kaldığınız satırlarınızla da kucaklaşıyorsunuz aslında. Ki bence bir kitabın en önemli işlevlerinden birisi de bu olsa gerek; kendimize ayna tutması, bazen acıtması, bazen de sırtımızı sıvazlaması. Tıpkı aşk gibi…

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.