Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Avrupa'nın Kabileleri Mi Klişeleri Mi?


Vasat
Toplam oy: 147
Günümüzden yaklaşık 50 yıl sonrasını konu edinen Tribes of Europa, 2029 yılında gerçekleşen küresel bir felaketin ardından Avrupa’nın yıkıntıları arasından doğan kabilelerin acımasız mücadelesini izleyiciye sunuyor. Bir tutam The Hunger Games, bir parça Game of Thrones, azıcık Star Wars, LOTR ve ortaya -daha önce işe yaramış kurgulardan- karışık mantığıyla hazırlandığı hissini uyandıran yapım, kendi iç gerçekliğini kurmakta zorlanırken çoğu zaman izleyicisini ikna edemiyor.

Geride bıraktığımız yıl boyunca tecrübe ettiklerimiz neredeyse bir distopyayı andırsa da post apokaliptik / distopik hikâyelere duyduğumuz ilgi hâlâ canlılığını koruyor. Bu tür aşırı koşulların, insan doğasının gizli kalmış bazı yanlarını ortaya çıkarmasıyla güçlü hikâyeler doğurmaya yatkın olduğuna kuşku yok. Geçtiğimiz ay Netflix kütüphanesine dahil edilen Tribes of Europa’nın hikâyesi ne kadar güçlü tartışılır ancak dizinin post apokaliptik bir atmosfer inşa etmede oldukça başarılı olduğunu inkar edemeyiz.


Hikaye sabır istiyor
Günümüzden yaklaşık 50 yıl sonrasını konu edinen Tribes of Europa, 2029 yılında gerçekleşen küresel bir felaketin ardından Avrupa’nın yıkıntıları arasından doğan kabilelerin acımasız mücadelesini izleyiciye sunuyor. Barışsever Origins kabilesinden üç kardeşin sıra dışı bir nesneyle karşılaşmalarının ardından ayrı düşerek kendi yollarında yürümeye mecbur kalışlarına tanıklık ederken bölümler boyunca dünyanın “Kara Aralık”tan daha beter bir felaketin eşiğinde olduğunu öğreniyoruz.
Sonrası malum. Zira yerinde sinematografik seçimleri, her bir kabile için titizlikle hazırlanan kostümleri, bolca para harcandığını belli eden özel efektleri; hâsılı hikâyenin arka planına koyulan tüm detaylarıyla güçlü bir atmosfer kurmayı başaran dizi, iş özgün bir hikâye anlatmaya geldiğinde klişelere boğulmaktan kurtulamıyor. Dürüst olmak gerekirse daha önce sıkça dinlediğimiz hikâyeleri bir kez daha dinlemekte bir sakınca görmüyorum. Hatta kimi motiflerle böyle sık karşılaşmamızın biraz da psikemizin bu kurgu unsurlarıyla kurduğu güçlü bağların bir sonucu olduğuna inanıyorum. Fakat bu yorgun anlatıları sıradan bir derlemenin önüne geçirecek o yaratıcı sıçrayışa muhtaç olduklarını da inkâr edemeyiz.
Yazık ki Tribes of Europa bir türlü bu sıçrayışı yapamıyor. Bir tutam The Hunger Games, bir parça Game of Thrones, azıcık Star Wars, LOTR ve ortaya -daha önce işe yaramış kurgulardan- karışık mantığıyla hazırlandığı hissini uyandıran yapım, kendi iç gerçekliğini kurmakta zorlanırken çoğu zaman izleyicisini ikna edemiyor. Bunda kuşkusuz iyi kurgulanmamış karakterlerin doğrudan etkisi var. Sözgelimi dizinin güçlü kadın karakterlerinden olan Liv, The Hunger Games’in Katniss Everdeen’inin sönük bir kopyası olmanın ötesine geçemiyor. Dahası çoğu karakterin dönüşümü, hikâyenin serilmesinde yeterince sabırlı olunmadığı için son derece yapay ve temelsiz görünüyor.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Tribes of Europa gelecek sezonlarda serpilmesi muhtemel tohumlar ekmekten de geri kalmıyor. Özellikle kamera arkasında Dark gibi başarılı bir yapıma imza atmış ekibin yer alması ve inşa edilen evrenin hikâyeyi özgün yönlere çekme potansiyeline sahip olmasıyla Tribes of Europa, olası 2. ve 3. sezonlarında sözünü ettiğim sıçrayışı yapacağına dair umutlarımızı diri tutmaya yetiyor.


2020 British Fantasy Awards Sahiplerini Buldu
The British Fantasy Society tarafından 1976 yılından bu yana verilen British Fantasy Awards’ın kazananları dijital ortamda gerçekleştirilen bir törenle duyuruldu. Bu yıl, En İyi Fantastik Roman Ödülü The Bone Ships ile henüz Türkçe okuma fırsatına sahip olmadığımız R.J. Barker’ın olurken En İyi Korku Romanı Ödülüne ise The Reddening ile Küçük Gölgeler Evi ve Ritüel gibi eserleriyle tanıdığımız Adam Nevill layık görüldü.
Kısa kısa
Ses getiren kitapların film uyarlamalarına hepimiz aşinayız. Ancak iyi bir filmin kitap uyarlamasının yapılması sık rastlanır bir iş değil. Guillermo Del Toro’nun 2006 yılında izleyici ile buluştuktan sonra kısa sürede kült mertebesine çıkan filmi Pan’ın Labirenti, 2019’da NY Times çoksatan yazarı Cornelia Funk tarafından yeninden kurgulanarak kitaplaştırılmıştı. Yarattığı atmosferle izleyicisini büyülen filmin romanı, Epsilon Yayınevi tarafından Aslı Dağlı’nın çevirisiyle dilimize kazandırıldı.
Neill Blomkamp, uzaylı ziyaretlerine ilişkin alışıldık anlatıları tersyüz eden, özgün ve çarpıcı kurgusuyla kayda değer bir başarı yakalayan filmi District 9 için bir devam filmi çekmek istediğini sık sık dile getirmişti. Görece küçük bütçesine büyük bir gişe başarısı elde etmesine rağmen beklenen film bir türlü gelmedi. Nihayet geçtiğimiz günlerde Blomkamp yeni filmin senaryo çalışmalarının devam ettiğini duyurdu. Yapımın senaryo aşamasının ötesine geçip geçemeyeceğini ise bekleyip göreceğiz.
Bilimkurgu türünde verdiği eserlerle tanıdığımız Levent Şenyürek, 2013 yılında GİO Ödüllerine aday olması başarısını da gösteren İsa’yı Beklemek’in ardından nihayet yeni bir kitapla okuruyla buluşuyor. Alfa Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alan Rüya Gören’de Şenyürek bilincin doğasına ilişkin tekinsiz sorularla yüzleşiyor.
İsmi sık sık Hugo, Nebula ve Locus gibi prestijli ödüllerle anılan N.K. Jemisin’in Türkçe dahil pek çok dile çevrilen Miras Üçlemesi için bir dizi uyarlaması yapılacağı duyuruldu. Henüz fikir aşamasında olan yapım için net bir tarih paylaşılmazken uyarlamayı üstlenen Westbrook Stüdyoları tarafından kitapların senaryolaştırılması için çalışmalara başlandığı belirtildi.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.