Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Başkalarını dikizleme edebiyatı


İyi
Toplam oy: 1290

Kader anları, meydana geldikleri yaşam diliminde, kader anı olarak algılanmazlar, o anı yaşayanlar tarafından. Bir tespit edici gerekir. Raymond Carver bir tespit edicidir. Kimsenin dikkat etmediği sürekli açık bir televizyondan odaları, ev hallerini, çarşafların arasını dikizler. Evet, Raymond Carver sizi görüyor.

 

Özel hayat bahanesinin ardına saklanamazsınız. Dikizci adamın biri o. Üstelik öykülerindeki karakterleri de azmettiriyor: “Haydi perdeyi arala karşı eve bak, komşunun çekmecelerini karıştır, etek sıyrılınca görülen bacaklardaki damarları fark et! Aynaya bak, aynaya!” Hem dikizci hem manipülatör. Usta bir yazarın olması gerektiği gibi.



Yabancı hayatların ayrıntılarını fark eden, bu ayrıntıları tek tek hafızaya alan dikizci karakterler için birkaç ihtimal –bu ihtimaller ki kader anlarını doğurur- var. Cesareti olmayanlar için, kendi hayatlarının ideal versiyonlarının sahnelendiği bir fantazma içinde rol oyunları örneğin. Carver, yargılamıyor fantazmaya kapılan karakterlerini ancak onları, bu ‘başkasılaşma’ gayretlerinin yan etkilerinden de korumuyor. Başkalarını dikizlerken kazandığı net görüş sayesinde, kendi hayatının ve bedeninin üzerine alışkanlığın ve kanıksanmışlığın serdiği örtüyü aralıyor dikizci. Çıplak kalıveriyor. Hayatı ayrıntılara bölünüyor ve ayrıntı parçalarının oluşturduğu bütüne yabancılaşıyor. Yabancılaşma ne nihilist bir özgürlük, ne bir ‘carpe diem’ iyimserliği getiriyor. Sadece kocaman bir kabulleniş. Kader anları ise, geçtikten sonra dikiz aynasında uzaklaşarak küçülen keşkeler. Ama bir Carver öyküsündeki karakterler asla keşke demez. Bir bira içip sigara yakarlar.

 

 

Evlilik öyküleri

 

Öykü kitaplarını okurken hep yaptığım gibi, kitaba adını veren öyküden başladım Carver seçkisini okumaya. Kitaba adını veren öykü, ana temasını da belirler öykü kitaplarının istisnalar olsa da. Lütfen Sessiz Olur Musun, Lütfen? kitabın en uzun öyküsü. Sadece sayfa sayısından söz etmiyorum. Öyküde anlatılanların zamanda gidip gelmelerle bir evliliği, büyük bir kavganın çıktığı andan aşkın ilk başladığı ana, kavganın geçmişe dayanan nedeninden, kavga sonrası sessizliğe kadar anlatan bu önemli öykü, kitabın bir özeti gibi aslında. Diğer öyküler daha kısa zaman dilimlerinde geçiyor. Şişko, Komşular, Onlar Senin Kocan Değil, Arabanın Gerçek Kilometresi Bu Mu, Jerry Molly ve Sam adlı öykülerle kadın erkek ilişkilerini dört duvar arasına hapsolmuş evlilikler çerçevesinde anlatıyor Carver. Başlangıçsız başlayan, sonuçsuz sonlanan bu minimalist öyküleri kadın ve erkek karakterler arasındaki iletişimsizliğin gerilimi ayakta tutuyor. Kadın ve erkeğin isimleri öyküden öyküye değişir, monoton bir orta sınıf evliliğidir üstümüze üstümüze gelen.  Bu haliyle, Richard Yates’in Türkçe’ye Hayallerin Peşinde diye çevrilmiş Revolutionary Road romanını anımsatıyor. Yates, Carver’ı çok etkilemiş bir yazardır.


Kadınla erkek kısa diyaloglarla iğneler batırırlar birbirlerine. Asıl söylenmesi gerekeni bir türlü söyletmez Carver karakterlerine. Bastırılmış iç monologların varlığını hissederiz ama kendi kendilerine bile konuşturmaz onları Carver. Ne zaman bir diyalog gerçek bir iletişim sinyali verse; ne zaman yürekten taşacak, dudaklardan dökülecek gibi olsa bir monolog, Carver hemen müdahale eder: “Lütfen sessiz olur musun, lütfen!”

Hayat devam ediyor tavrıyla biten öykülerin gerçekten ne demek istediğini anlamak ve Carver’ın bıraktığı yerden ima ettiği sona ulaşmak mümkün. Ancak Carver öykülerin ucunu açık bırakıyor ki her okur gerçeği katlanabileceği, başa çıkabileceği bir dozda hissetsin. Carver için, okurunun zekasına güvenen ancak bir o kadar da okurunu kollayan bir yazar diyebiliriz. Zaman zaman da anne babasının kavgasına şahit olmuş bir çocuk gibi suçlu okuruz Carver’ın çiftlerinin öykülerini.

 

 

 

 

Carver feminist olabilir mi?

 

Kadın karakterler, hayatta pek başarılı olmamış ama ‘hayli kilometre yapmış’ kişiler. Ailenin yükü, eve ekmek getirme sorumluluğu üzerlerinde. Daha iyi bir gelecek için hayal kurma sorumluluğu da. Kocaların çoğu işsiz. Karılarını artık çekici bulmuyorlar. Kendi kusurlarının ve zavallılıklarının mazereti olarak görüyorlar karılarını. Carver’ın dikizci tasvirleri kadınlara karşı mizojinistik bir tavır olarak algılanabilir. Tuhaftır ki ben neredeyse feminist buldum bu tavrı. Öykülerdeki, keskin içgörülerle yaratılmış kadın karakterlerin çokluğu bile feminist bir tavır değil mi? Kadını evliliğin içine, evliliği de banliyöde bir evin içine hapsedip etrafını komşularla çeviriyor Carver. Erkek çalışarak uzaklaşabilir ama o da bozulan ekonomi tarafından banliyödeki eve doğru geri püskürtülüyor. Erkeğin kendini ait hissetmediği bu evcimen mecburiyet, kadınların pragmatik hayatta kalma güçlerini ortaya çıkarıyor. Hemingway’in retroseksüel, adam gibi adamları yok bu öykülerde. Erkeklerin hiçbiri kahraman değil. Hatta, bazı öykülerde kadın erkek rolleri ve güç dengesi tamamen değişiyor.

 

 

Kirli gerçekçilik

 

Edebiyatını kategorileştirmeyi sevenlerdenseniz, size biraz Raymond Carver’ın dahil olduğu ‘kirli gerçekçilik’ akımından söz etmeliyim. Günlük hayatın sıradanlığını ve monotonluğunu minimalist, kreşendolardan arındırılmış bir kurguyla, edatlardan arındırılmış kısa cümleli yalın bir dille anlatan 70’li ve 80’li yıllarda etkili olmuş bir Amerikan Edebiyatı yan koludur. Bu yalınlık kolay taklit edilebilir ama zor başarılabilir olduğundan pek çok yazar adayını cezp etmiş ve başarısız olmalarına neden olmuştur. Son dönem Amerikan Edebiyatı’na bakarak, kirli gerçekçiliğin çok uzun ömürlü olmadığını söylemek mümkün. Türkçeye ne kadar iyi çevrilirse çevrilsin, iki dilin gramatik yapısından dolayı, kirli gerçekçiliğin yalınlığının dilimizde tam anlamıyla yakalanamayacağı kanısındayım. Kirli gerçekçiliğin benim en sevdiğim tarafı, minimalist yaklaşımı nedeniyle meselesini toplum üzerinden değil de bireyin mikroevreni üzerinden anlatması, bu nedenle Psikoanalitik Edebiyat Eleştirisi’ne olanak tanımasıdır.





Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.