Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bazı yolculuklara geri dönmemek üzere çıkılır


Gayet iyi
Toplam oy: 120
Ahmet Güven imzalı Oda romanı, odak kahramanı Mustafa’nın otuz yıldır dönmediği memleketine geri dönüş yolculuğu ile başlıyor. Sonrasında orada geçirdiği üç günlük süre içerisinde hem kendi iç hesaplaşması hem de memleketinin toplumsal yapısı ve insan ilişkilerini inceden inceye irdelemesi ile devam ediyor.

“Neyi kaybetmişlerdi? Farkında olmadan eski anıları konuşmak onlara iyi gelmemişti. Keyifle anlattıkları anılar bilmeden boğazlarında düğümlenmişti. Hiç yokmuş gibi yaşamak kolaydı. Her ikisi de geçmişle yüzleşmek istemiyordu. Çözümü, hiç olmamış gibi davranmak, duymamak, hissetmemekti.”

 

Ahmet Güven’in ilk romanı Oda Temmuz 2020’de Bence Kitap tarafından yayımlandı. Eser, anlatının odak kahramanı Mustafa’nın otuz yıldır dönmediği memleketine geri dönüş yolculuğu ile başlıyor, sonrasında orada geçirdiği üç günlük süre içerisinde hem kendi iç hesaplaşması hem de memleketinin toplumsal yapısı ve insan ilişkilerini inceden inceye irdelenmesi ile devam ediyor.

 

Mustafa’nın çıktığı yolculuğun İstanbul’dan başladığı anlaşılmakla birlikte, anlatının esas geçtiği yer adlandırılmasa da, anlatıda yer alan flora (zeytin, pamuk, fıstık vs.), toplumsal yaşam ve mimari unsurlardan neresi olduğunu çıkarsamak mümkün.


“İstanbul’da mutluluk diye bir şey yok”

Esere baktığımızda yazarın bilgisayarından çıktığı şekilde yayınlandığı izlenimi veriyor. Buna rağmen tek tük imla hataları dışında özenle yazıldığını da söylemek gerek. Ayrıca yayınevinin son zamanlarda alıştığımız karınca duası gibi minicik fontlar yerine rahat okunabilir büyüklükte fontlarla yayınlamış olması da eseri keyifle okunacak hale getiriyor.
Eser kahramanlarına baktığımızda, yolculuğa çıkan Mustafa ve memleketinde uzun zaman sonra karşılaştığı çocukluk arkadaşı İsmail, İsmail’in ablası Fatma, İsmail’in sevgilisi Gül ve Mustafa’nın “kader” birliği ettiği ‘Lalik’ Emin’i sayabiliriz.
İlgi duyup eseri edinen okurlar farklı yorumlar da getirecektir elbette. Burada eser kahramanlarına kısaca değinelim. Öncelikle İsmail’in ablası Fatma. Eser akışında fazla bir yer tutmuyor, fakat anlatının önemli düğümlerinden birini de o çözüyor. Fatma, yakın çevreden bir evliliğe yanaşmayan, sonra da evin yükünü ve sorumluluklarını üstlendikçe evlenip yeni bir yaşam kurmaya cesaret edemeyen, sonrasında elli yaşını geçince de yaşadığı ortam içerisinde evlenme şansı kalmayan, yalnız bir kadın. Bu şekilde anlatıldığında küçük şehir gerçeğinin bir unsuru olarak görülebilir. Fakat büyükşehir yaşantısında da aynı şekilde baba-evinden veya ana-evinden çıkamayan, belki de istemediği halde, yalnızlığı yaşam tarzı haline getiren kadınlar veya erkekler yok mu?
İsmail farklı bir cenderenin kurbanı. Ağabey ölümü sonrasında yengesiyle baskıyla evlendirilen, aynı evi paylaştığı kadına el sürmeyen, tutsağı olduğu yaşamdan da kaçıp kurtulma cesareti gösteremeyen bir karakter. Karşısına çıkan ilkokul öğretmeni Gül ile ilişkisi ise onun insanca nefes aldığı tek sıla.
Odak kahramanımız Mustafa ise küçük yaşta İstanbul’a gönderilen, annesinin cenazesi haricinde memleketine dönmeyen, dayısının himayesinde iyi okullarda okuyan, yurt dışında da eğitim görüp iş tecrübesi edinen, tam anlamıyla bir ‘başarı öyküsü’ kahramanı. Bunları söylerken, yazarın özgeçmişine baktığımda su ve kömür satarak, sonrasında şoförlük yaparak, nihayetinde uluslararası bir şirketin genel müdürlüğüne uzanan yaşam öyküsüyle de paralellik kuruyorum. Kaldı ki, yazarların ilk eserleri tam olarak otobiyografik olmasa da kendi yaşamlarından kesitleri kurgulanmış gerçeklik olarak içerir çoğu zaman. Belki de, başarılı bir yazarlık yaşantısına ilk adımı atmanın doğru yolu bu. Anlatı içerisinde geçen “Şehir tüm enerjini alıyor, ama seni hayatta bırakıyor. Anlayacağın İstanbul’da mutluluk diye bir şey yok” ifadesi de bu yaşam öyküsünden kaynaklanıyor olsa gerek.
‘Lalik’ Emin de önemli bir karakter; anlatı içerisinde en önemli düğümün çözülmesinde rol oynuyor. Öyle olmaması gereken Anadolu gerçeğinin bir kurbanı ve anlatının neticelenmesinde, ana düğümün çözülmesinde önemli bir rol oynuyor.
Diğer kahramanlara baktığımızda, gerçek hayatımızdan unsurlar da bulabilmek mümkün. Sizin o an içinde bulunduğunuz ruh halini zerre önemsemeden susmak bilmeyen geveze taksi şoförü; toplu ulaşımda yanınızda oturup da ‘Ne okuyorsun?’ diye lafa girerek kitap okumanızı bölen ve özel hayatınıza varana kadar sonu gelmeyen sorularıyla kısa veya uzun yolculuğunuzu zehir eden yan koltuk kişisi; ne oldum delisi veya kendiliğinden şımarıklaşmış küçük şehirli vs.
Eseri ilginç kılan bir nokta da, hem İstanbul hem de Mustafa’nın memleketindeki yemek kültüründen yansımalar barındırması. Artık çok yaygın olarak duymadığımız yemekler, kıymetli bir kültürü hatırlatıyor. Bu anlatıya yemeklerin ne şekilde yapıldığından başlayarak, sofra kültürü ve adabı da dâhil edilmiş.
Bazı Japon edebiyatı eserlerinde olduğu gibi, bu eserde de bir fon müziği var. Fakat buradaki bir yöresel türkü. Ayrıca dünya edebiyatı ve sinemasına göndermeler de yer alıyor. Özellikle George Orwell’in 1984 romanına atıfla, dar toplumda herkesin birbirini izlemesinin ele alınışı eserin başarısını artırıyor.

Aziz Nesin öykülerinin tadını buluyorum
Genellemelere pek başvurmayan eserde duru, doğrudan bir anlatı var. Yalnızca kahramanlar çevresinde dönen bir anlatı olmaktan da ustalıkla çıkartılmış. Bir anekdot paylaşalım. Şehrin düşman işgalinden kurtuluşu temsili olarak canlandırılacaktır. Belediye işçileri düşman askerleri olacak, halktan kişiler ise iteleyerek şehri kurtaracaktır. Fakat şehri kurtaracak halk abartarak, belediye işçilerini bir temiz döver. Zavallı belediye işçileri kolluk kuvvetleri tarafından güçlükle kurtarılır. Bu anekdotta Aziz Nesin öykülerinin tadını buluyorum ve eserde başkalarına da rastlamak mümkün.
Uzun aralardan sonra bir araya gelen insanların eskiyi yâd etmesi doğaldır. Fakat bu insanın iç dünyasındaki hesaplaşmaları da tetikler. Odak kahramanımız Mustafa da bunu fazlasıyla yaşıyor. Annesine ilişkin iç sorgulamaları olduğu gibi, babasıyla iç hesaplaşması da anlatıda önemli bir yer tutuyor.
Eserin başlığı Oda. “Oda”nın ne olduğu, anlatı içerisinde küçük şehir yaşantısındaki toplumsal yaşamdan kesit alınarak anlatılmış. Fakat iç dünyamızdaki “oda”nın neliği hakkında da ince ince mesajlar verildiğini düşünüyorum. Böylesi katmanlı kurgular okuma keyfini artırıyor. Ayrıca, eserin sonundaki sarsıcı final, eseri “İyi ki okudum” diyerek elinizden bırakmamanızı sağlıyor. Sürükleyici, soluksuz okunabilecek bir eser.
Son olarak, eserden alıntıyla ve esinle: “İçimizdeki öfkeyi yalnız kendimiz sağaltırız. Fakat bunun bir öfke mi olduğu, yoksa içimizdeki canlanan korkuya karşı bir tepki mi olduğu muğlaktır.”
Okuru bol olsun…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.