Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bedenimde canımsın, damarımda kanımsın, tapılacak kadınsın


Şahane
Toplam oy: 1174
Perihan Mağden
Everest Yayınları
Yıldız Yaralanması, ‘en ince ayrıntısına kadar öğrendik’ zannedilen 'yıldızların hayatı' klişelerinden bir geçit gibi.

İlkokul dördüncü sınıfta okul gezisiyle Dolmabahçe Sarayı'na gitmiştik. Gürültücü grubumuzun başındaki -tenini göstermeyen- ten rengi çoraplardan giymiş tıknaz rehber teyze, ezbere bildiği satırları çoğumuzun ilgisizliğine aldırmaksızın sıralıyordu. Gezmekten yorulduğumuz koca sarayda tonla kapısı kapalı oda vardı. Üstelik ziyarete açık odalarda da ancak bir yere kadar ilerleyebiliyor, mobilyalara yaklaşınca, 'sadece gözlerle evladım’lanıyorduk. O sırada bir temizlik görevlisinin destursuz her yerde dolandığını fark ettim. Bizim ulaşamadığımız köşe bucağa ayak basıyor, istediği odaya dalıveriyordu. Neyin heyecanıdır bilmem, bir anda bunun harika bir iş olduğunu düşündüm. Bu sarayda temizlikçi olarak işe girsem her kilidi açabilir, her depoyu karıştırıp her sırrı öğrenebilirdim. Hatta geceleri kimselerin ruhu duymadan, boyu o zamanki boyuma tam uygun o küçük yataklarda uyuyabilirdim bile!

 

 

 

 

 

 

    (Görsel çalışma: Ethem Onur Bilgiç)

 

 

 

Saraya dair bir takıntım filan yoktu halbuki, 'bak bu çocuğun o zamandan tarihçi olacağı belliymiş' gibi yakıştırmalar yapmak da abes. Bence esas mesele, vapura her binişimizde hayran hayran dışarıdan baktığım güzelliğin bu sefer içinde olmanın verdiği coşkuydu. Yıldız Yaralanması'ndaki Sun da çok büyük bir şeyin önemsiz de olsa bir parçası olmak istiyor. İçimdeki arsız mutsuz, “Böyle şeyler sadece masallarda, sonu hep mutlu biten Yeşilçam filmlerinde olur,” diye çıkışıp duruyor. Ama beceriyor işte Sun; Yıldız'ın, yıldızının hayatının parçası olmayı. Asıl hikâye zaten ondan sonra başlıyor, hayalini gerçekleştirdiğinde hayallerinin yıkılmasıyla başa çıkmaya çalışırken. Hayran olduğu yıldızla, sığıntısı olduğu Yıldız arasındaki uçurumu hazmetme sancısıyla.

 

 

 

 

 

 

Perihan Mağden'in önceki romanlarından tanıdığımız kadınlar yelpazesi kastta elbette yerlerini alıyor. Kırılgan, kusurlu oldukları kadar mükemmel, taş bebek kadınlar (anneler); aklıselim, güçlü, masaya yumruğunu vuran cinsten olgun kadınlar (anneanneler) ve hayalperest, cüretkar, ağzı kalabalık, gönüllü yetim, yeniyetme kızlar. Sitare, Yıldız, Güneş, Sun; isimleri bile aynı galaksinin gezegenleri olduğunun ispatı gibi. Romandaki karakterlerin tanıdık olmaları bir yana, Yıldız Yaralanması, Mağden'in ustalıkla kullandığı güçlü sinematografik öğeler ve kaçınılmaz aşinalığıyla, 'ben bu filmi daha önce seyretmiştim' hissi uyandırıyor. Bu kitabı daha önce okumuştum değil; çünkü uyandırdığı hatırlama duygusu tamamen görsel. Havuzlu malikane, şampanyayla birlikte içilen renkli haplar, köpük banyoları, güle oynaya en pahalı mağazalardan alışveriş yapmalar, sevilmeye nail olamayan zengin sevgililerin abartılı hediyeleri, herkesten saklanan trajik resimler ve mektuplar, sonu şiddetle biten sinir krizleri; hepsi o kadar iyi bildiğimiz sahneler ki! Zaten kafamızın bir yerlerinde bir ses bize ünlülerin hep ama hep böyle yaşadıklarını söylüyor. O yüzden Mağden'in çizdiği süperstar portresi şu ya da bu ünlüyü ya da genel anlamda gerçeği yansıtmak gibi bir kaygı gütmüyor. Yıldız Yaralanması, ‘en ince ayrıntısına kadar öğrendik’ zannedilen 'yıldızların hayatı' klişelerinden bir geçit gibi.

 

 

 

 

 

Yıldız'ın kendine amentü yaptığı şarkı sözlerini gündelik hayatında dilinden düşürmemesi, anlatılanların ancak bir pop şarkısı ağırlığında/hafifliğinde olduğunun, kasten ve hile ile böyle kurgulandığının bir belirtisi. Yıldız, kendi şarkı sözleriyle konuştukça; Sun “İçinden harcamak yerine hazırdan kullanmış oluyor,” diye düşünüyor. Halbuki Yıldız'ın içinde şarkılarındaki sözde gerçeklikten, hiç bitmeyen can sıkıntısından, bozuk plak gibi sürekli başa saran hezeyanlardan ve sahne personasından başka bir şey kalmamış ki. (Hayran olunan yıldızın içi bu kadar boşken, Yıldız'a hayran olanların içinin onunla dolu, dopdolu olması nasıl bir muammadır?!)

 

 

 

 

 

Babasız kadınlar

 

 

 

 

 

Bir de her duruma uygun düşen mimikleri var yıldızımızın. Çapkınca bir soru sorarken ya da şaşkınlık numarası yaparken parmağını alt dudağının kenarına dokunduruyor, bir şeyi çok istediği vakit muhatabına hafif yaşlı gözlerini kırpıştırarak bakıyor, mutlu olduğunda gamzelerini göstererek gülümsüyor. Yıldız'ı yıldız yapan meşhur mimiklerin her biri dergilerde, gazetelerde, televizyonlarda yüzlerce kez sergilenmiş; hayranları tarafından ezberlenmiş. Her biri yapanın ve izleyenin bilgisi dahilinde oynanan bir oyunun parçası da olsa, yıldız kişi, bu maskelerle en içten duygularını yansıttığı yanılsamasını yaratmayı becerebiliyor. Oysa şurası açık; mimik denen şey, ne tek bir kişinin şahsi eseridir ne de o kişinin tekelindedir. Tamamen orijinal, başka kimselerin bilmediği kullanmadığı bir mimik var mı ki? Bilakis, biz insanlar kültürel farklılıklar olsa da duygularımızı ifade etmek için bir mimik havuzundan suratlar seçeriz kendimize. Öğrenilmiş, ezberlenmiş, sıradan. Duygularımızı dışavurabilmek için elinde oyuncak olduğumuz, kuklası olduğumuz mimikler. Aynı Yıldız gibi…

 

 

 

 

 

 

    (Görsel çalışma: Veronica Fish)

 

 

 

 

 

Ne yalan söyleyeyim, bu hikayeyi bildiğimden emindim. Romanı izlediğim bir filme benzetmek için ‘Google’ ne verdiyse uğraştım. Biraz Rebecca'yı andırıyordu sanki. Yıldız hayattaydı tabii ama biz faniler gibi değildi o, yüce bir varlık gibi her yerde, herkesin kalbindeydi. Sun da her şeyiyle ona benziyordu ve bu benzerlik başına dert açacak gibiydi. Mulholland Drive'ı da hatırlamadan edemiyordum. Gitgide birbirine benzeyen iki güzel kadın; aralarındaki bazen cinselliği andıran bir çekim ve gerginlik hali. Bir Hitchcock filmine de benzetecek gibiydim sanki ama hangisi? Çocukluğuma gidip Filiz Akın'ın ya da Türkan Şoray'ın hem anneyi hem kızını oynadığı filmleri hatırlıyordum. Sanki babaları yokmuş gibi -ki Mağden'in romanında da bir baba yok, sadece anneler ve kızları- ya da çocuklar sadece annelerinin olurmuş gibi annesinin kopyası genç kadınlar, aynı beden içinde yeniden yaşanan birbirinin aynı kaderler... Hayır, Yıldız Yaralanması bunların hiçbiri değil ama bir yandan da hepsi. Murathan Mungan'ın aşk tarifi gibi, ‘hem tanıdık hem yepyeni’. Kitabın mucizesi de bu galiba, popüler kültürün her yanına sinmiş ikonlar, masallar, kahramanlar, markalar, hikayeler, imajlar, şarkılar, hepsi aynı sahnede bir arada. Otuz iki kısım tekmili birden hafızamıza yer etmeden bir güzel yerleşmiş pop pop pop!

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.