Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Benim Adım Okuyucu


Vasat
Toplam oy: 106
Benim Adım Kırmızı’yı okuyanlar nakkaşların resimdeki batı icadı ‘perspektiften’ ne denli çekindiğini hatırlar. Oysa bu, kendi sanatının tılsımına zeval vermez. Muhafaza kültürü ile ‘yeni’ arasındaki uzlaşma, zannettiğimiz kadar zor değildir hâlbuki. Bu meşakkatli yolcular bugün de türlü şekillerle aramızda dolanmaktalar. Bir şeylerin anlamını sadece gördüğümüz haliyle kabullenme tembelliği, sığ bir zihinde fikir fukaralığını getirmeye devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Kültür Sanat’ta, hıncahınç dolu bir salona sığamayıp kapının dışına, oradan da merdivenlere taşan bir söyleşiye katıldım. Benim Adım Kırmızı’ya ruh veren Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar kitabını hazırlayan Erkan Irmak ve roman üzerine makaleler yazmış olan senarist, yazar, mimar Feride Çiçekoğlu’nun bir araya geldiği söyleşideki yoğunluğu tahmin edersiniz. Konuşmaları kaçırabilme riskinden duyduğum kaygı ilerleyen dakikalarda, tıpkı romanın ilk basımının ön kapağındaki Çin-Türkmen tarzı bulutlar gibi dağıldı gitti. Böyle dikkatli ve özenli bir kalabalığı hesaba katmamıştım çünkü. Nizami’nin Hüsrev ile Şirin minyatürüyle açılışı yapan Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı’nın entelektüel çıkış noktasının İslâm resim sanatının portreye bakışıyla olduğunu söylerken, kitabın zaman içinde nasıl tarihi bir romana dönüştüğünü de anlatıyordu. Bu dönüşümler olmasaydı Benim Adım Kırmızı’yı, yazıldığı ilk yıldaki adıyla okuyabilirdik: İlk Bakışta Aşk.

 

Pamuk 15-16. yüzyıl mesnevilerindeki resimlerden etkilendiğini ama onlara yeni hikâyeler yazdığını anlattıkça Şeküre’yi, Kara’yı, Enişte Efendi’yi, nakkaşları, atı, parayı, kırmızıyı daha da özlediğimi fark ettim. Hepsinin ayrı ayrı kendi görüş açılarıyla anlattıkları hikâyelerin derinliğini, bana geçirdiği duyguyu anımsadım. Kitabın rikkatinde kendime bu minvalden pay biçtim. Benim Adım Kırmızı’yı okuyanlar nakkaşların resimdeki ‘batı icadı’ ‘perspektiften’ ne denli çekindiğini hatırlar. Oysa bu, kendi sanatının tılsımına zeval getirmez. Muhafaza kültürü ile ‘yeni’ arasındaki uzlaşma, zannettiğimiz kadar zor değildir hâlbuki. Bu meşakkatli yolcular bugün de türlü şekillerle aramızda dolanmaktalar. Bir şeylerin anlamını sadece gördüğümüz haliyle kabullenme tembelliği, sığ bir zihinde fikir fukaralığını getirmeye devam ediyor.

21 yıl sonra 21 yazı
Edebiyat üzerine hazırladığı tezlerle çeşitli ödüllere layık görülen akademisyen-yazar Erkan Irmak, geçen senenin bitmesine ramak kala okuyucuyu heyecanlandıran bir işe daha imza attı. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar’ı bizlerle buluşturan yazar, hazırladığı derlemeyle, üzerinden 21 yıl geçmiş bu şahane romanın sayfalarına geri dönmemi de sağladı. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı için söylediği sloganvari yaklaşımını çoğumuz bilir: En renkli ve iyimser romanım. Neden böyle söylediğini sanırım ben de 10 yıl sonra anladım. Irmak’ın heyecanımı ateşleyen kitabıyla birlikte hafızamı tazeleme fırsatı bulduğum Benim Adım Kırmızı’yı okurken, onca hüzünlü ve sıkıntılı hadiseye rağmen satırları tebessüm içinde atlıyor, eğleniyordum çünkü.

“Dünya değiştikçe, metnin anlamı de¤işir”
Namı sınırları aşıp 52 dile çevrilen ve beş milyona yakın insana ulaşan, başarısı tartışılmaz bu roman üzerine ciddiyetle incelemelerde bulunmuş Türkiye ve dünyadan 21 kalemle de Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar sayesinde tanışıyoruz. Katıldığımız ve katılmadığımız yönleriyle bu zengin içeriği bizlere sunan Erkan Irmak’ın şu mütevazı açıklamasına boynumuz kıldan ince, “Rusça, Çince gibi alfabesine aşina olmadığım ve bilmediğim dillerde, metinlerin tamamına, hatta kimi zaman açık künyelerine ulaşmak bile oldukça zordu. Bu nedenle kitap için yaptığım araştırma sırasında tespit ettiğim, özellikle Çin’de yazılmış onlarca makale ve tezden yararlanamadığımı itiraf etmem gerek.”
Ayrıca kitabın sürprizli bir sonu da var. Söylersem sürprizi kaçmayacak, çünkü ön kapakta bu bilgiyle karşılaşacaksınız zaten: Erkan Irmak’ın Orhan Pamuk ile kitap özelinde, ama bazı hususlarda biraz da genele yayılan bir söyleşisi… Irmak’ın “Peki eleştirmenler, akademisyenler anladı mı sizce yazdıklarınızı?” sorusuna, Pamuk’un uzunca verdiği cevabının içinde yaptığı bir tespit, söyleşinin en sevdiğim cümlesi: “Dünya değiştikçe, metnin anlamı değişir.”
Romanı dünyayla buluşturan çevirmen
Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar’da İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerdeki yazıların daha önce Türkçede hiç yayımlanmamış olması Erkan Irmak’ın dikkat ettiği konulardan biri olmuş. Yazılardaki üslûp çeşitliliğini koruyarak her birini Türkçenin imkânlarıyla yeniden biçimlendirmenin inceliği kitaba fazlasıyla yansımış. Romanın The New Yorker, The New York Times ve The Times Literary Supplement gibi son derece saygın yayınlarda oldukça güçlü isimlerden nasıl tepkiler aldığını aktarmayı amaçlayan Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar’da Richard Eder’dan David Martyn’e, Bahadır Sürelli’den Didem Havlioğlu’na kadar pek çok yetkin kalem var. İngilizceye çevirisindeki başarısıyla çoğu eleştirmenden tam not alan Erdağ Göknar ise, tüm bu sürecin diğer kahramanlarından. Yaptığı çeviriyle, 2003 yılında Orhan Pamuk ile birlikte International IMPAC Dublin Edebiyat Ödülü’nü de aldığını hatırlatmakta fayda var.
Çevirinin Yazarı, Yazarın Çevirmeni Olmak başlıklı yazısıyla da ‘üslûp’ meselesini nasıl çözdüğünü özetlemiş: Dikkatimi Pamuk’un özenle işlenmiş bir Osmanlıcayı çağrıştıran, ağdalı yancümlelerine verdim. Çeviri üzerinden Pamuk’un diliyle kurduğum estetik ilişki, bir nevi etkilenme ve taklit etmeyle başladı.
Takdir edilesi çalışmasıyla bir Türk yazarın dünyada nasıl yankılandığını Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar ile somut şekilde görüyoruz. Orhan Pamuk’ta, 19. yüzyıl metin üreticileri ve onların varisleri Proust ve Mann’daki sabrı gördüğünü ifade eden John Updike’den, romandaki metinlerin birbirleriyle kesişen farklı katmanlarda titizlikle inşa edilmesini mimari bir ustalık olarak nitelendiren Lucy Stone Mcneece’e kadar…
Tarihten polisiyeye, toplumsal cinsiyetten psikanalize, İslâm sanatından perspektife, Doğu-Batı ilişkisinden çeviribilime pek çok konuda, kendi alanında öne çıkmış yazarların makalelerini bir araya getirmeye özen gösteren Erkan Irmak’ın, benzer çalışmalarının devamının geleceği bilgisini de sizlerle paylaşayım…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.