Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Benziyor ama...


Vasat
Toplam oy: 1874
Sophie Hannah
Altın Kitaplar
Monogram Cinayetleri'ne kötü, yazarına başarısız demek doğru olmaz. Ne var ki Sophie Hannah, bir Agatha Christie değil...

Polisiye okumaya bir Agatha Christie romanıyla başlamıştım. Üzerinden öylesine çok zaman geçmiş ki kitabın adı aklımda kalmamış. Aklımda kalan, babamın kitaplığında çok sayıda Agatha Christie romanı bulunduğu: Çarpık Evdeki Cesetler, On Küçük Zenci, Gece Gelen Ölüm... Hepsi de elimin altındaydı. Art arda okuduğum Christie polisiyelerini çok sevmiştim. O zamandan bu zamana Türkçeye çevrilmiş hemen her kitabını okudum. Sevgim hiç azalmadı. Agatha Christie, en iyiler listemin ilk sırasına oturmasa da o listede ayrıcalıklı bir yer edindi. Kuşkusuz sadece bana özel bir durum değil bu; ölümünün üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen Agatha Christie, yarattığı roman kahramanlarıyla birlikte, dünya ölçeğinde popülerliğini koruyor.

 

Söz konusu popülerliğin kültür endüstrisinin iştahını kabarttığını, hemen her yıl yeni sinema prodüksiyonlarının ve TV dizilerinin vizyona girdiğini biliyoruz. Söz konusu popülerliği pekiştirmek ve biraz da nakde çevirmek arzusuyla, Agatha Christie Vakfı’nın ve vârislerinin giriştiği son proje, Hercule Poirot'nun "yeni" macerasını yazdırmak oldu. Bu durum başta Sherlock Holmes ve James Bond olmak üzere pek çok sevilen roman kahramanının başına gelmişti. Poirot hiç değilse onların durumuna düşmemiş, modernleştirilip 2000'li yıllara ışınlanmamış! Monogram Cinayetleri’nin yazarı Sophie Hannah, Hercule Poirot'yu, detektifin yabancısı olmadığı bir zamanda ve mekanda, 1929 yılının Londra’sında canlandırmış.

 

Poirot işbaşında

 

Sophie Hannah, Türkiye'de fazla tanınmıyor. 2008 yılında yayımlanan Küçük Surat romanı dışında çevirilen bir başka kitabına rastlamadım. Oysa ülkesinde çok satmakla kalmıyor, ödüllerle de onurlandırılıyor. Bu proje için seçilmesi bile Sophie Hannah için beslenen umutların büyüklüğünü kanıtlamaya yeter.

 

 

Sözü uzatmayalım; Hercule Poirot'la 7 Şubat 1929 Perşembe günü akşam saatlerinde, Londra'da, Pleasant's Kafe'de karşılaşıyoruz. Hikaye kafeye ansızın, yüzünde korku ve dehşet ifadesiyle giren bir kadının Poirot’nun ilgisini çekmesiyle başlıyor. Kadının masasına yönelen Poirot, sürekli ölümden, ölümünün adaletin yerine gelmesi anlamına geleceğinden söz eden, katilinin ortaya çıkarılmaması için yalvaran bu kadının kafeden kaçar gibi gitmesini engelleyemiyor.

 

Huzursuz bir şekilde kaldığı pansiyona döndüğünde, Scotland Yard'da görevli genç detektif dostu Catchpool'dan lüks Bloxham Otel’de üç kişinin (iki kadın, bir erkek) cinayete kurban gittiklerini öğreniyor. Ayrı ayrı odalarda bulunan üç maktulün de ağızlarında, üzerinde aynı monogramın işlendiği birer kol düğmesi bulunuyor... Cinayetlerden ziyade cinayetlerin işleniş tarzı ilgisini çeker Poirot'nun. Dördüncü kol düğmesinin bir diğer cinayet için ayrıldığını, muhtemel kurban namzedinin kafede karşılaştığı kadın (Jennie) olabileceğini düşünür. Ne var ki Jennie ortadan kaybolmuştur.

 

Soruşturma ilerledikçe kurbanlar arasında bir bağlantı olduğu, yıllar önce aynı kasabada yaşadıkları ve kasabada büyük bir "günah" işlendiği çıkar ortaya. Yeni cinayetleri engelleyebilmek için Poirot ve Catchpool'un kasabanın ve Jennie'nin sırrını bir an önce çözmeleri gerekmektedir.

 

Yeniden yaratmanın sorunları

 

Eğer edebiyata mal olmuş bir kahramanın "imitasyonunu" üretmek için yola çıkmışsanız, herkesin malumu olan fiziksel özelliklerini ve karakter yapısını vurgulamak işinizi kolaylaştıracaktır. Sophie Hannah da işin kolayına kaçmış; Poirot’nun kısa boyu, tıknaz bedeni, özenle biçimlendirilmiş bıyığı, tiril tiril giysileri, rugan ayakkabıları, Christie'nin tasvirlerinden alıntılanmış. Karakterini yansıtmak için de Christie'nin kalıplaşmış cümlelerine başvurmuş Sophie Hannah. Ne var ki kendisinden, “Poirot buna izin vermez mon ami,” cümlesindeki gibi, başkasından bahsedercesine söz eden, beynindeki "gri hücrelerin" iyi çalıştığına inanan, biraz narsist, biraz snob ama adalet ve vicdan sahibi Poirot'nun daha çok sivri taraflarını, üstelik sıklıkla tekrarlayarak öne çıkarmış. Agatha Christie'nin gözümüze sokmadan, yeri geldiğinde sergilediği karakteristik özellikler, Sophie Hannah'ın romanında yerli yersiz tekrarlanıyor ve Hannah'ın Poirot'su Christie'nin Poirot'sunun pastişi olmanın ötesine geçemiyor. Buna karşılık, Christie’nin üslubunda ısrarcı olmamış. Araya onun üslubuna uygun düşmeyen değerlendirme ve açıklamalar katan Hannah, sanıyorum kendi yazarlık kalitesini sergilemek istemiş. Her ne kadar üslup farklılığının sorumluluğunu hikaye anlatıcısı Catchpool'un sırtına yüklese de, Agatha Christie hayranlarını hoşnutsuz eden bir durum söz konusu. 

 

Monogram Cinayetleri’ni bir Agatha Christie romanından uzaklaştıran asıl neden ise kurgusu, daha doğrusu muammanın karmaşıklığı. Hannah, Christie'ye nazire yapmak istercesine muammayı içinden çıkılmaz bir hale getirmiş.

 

Agatha Christie, Hayatım adlı biyografisinde polisiye yazmaya Gaston Leroux'nun ünlü Sarı Odanın Esrarı romanını okuduktan sonra heves ettiğini söyler. Gerçekten de kapalı kapılar ardında, içeriden kilitli odalarda işlenen, "nasıl" işlendiğini ve katilin kimliğini çözmek için "gri hücreleri," biraz da sezgileri çalıştırmayı gerektiren hikayeler yazmış ama okuyucuyla yaptığı centilmenlik anlaşmasına daima saygı göstermiştir. En karmaşık muammasının bile basit ve ikna edici bir açıklaması vardır. Gereksiz ayrıntılara girmez, doğrudan suça, suçun işlenme nedenine ve işleniş biçimine yönelir. Üstelik romana serpiştirdiği ipuçları sayesinde okurun Poirot'ya eşlik etmesine izin vermekle kalmaz, onu buna teşvik eder. Agatha Christie hayranlarını cezbeden en önemli faktörlerden birisi edilgen bir okur durumuna düşürülmemek, kendisini oyunun/romanın içinde hissetmektir. Sophie Hannah işte bu noktayı ihmal etmiş, romanı kendi zeka gösterisine dönüştürmüş. Şapkasından çıkardığı tavşanlar karşısında şaşkına dönüyor fakat seyirci olmaktan öteye geçemiyoruz. 

 

Yeni bir Hercule Poirot macerası yazıldığını duyduğumda nasıl bir sonuç çıkacağını merak etmiştim. Doğrusunu isterseniz, aradığımı bulamadım. Ama haksızlık etmeyelim; yer darlığı nedeniyle iyi yanlarını ortaya koyma fırsatı bulamadığım Monogram Cinayetleri’ne kötü, yazarına başarısız demek doğru olmaz. Ne var ki Sophie Hannah, bir Agatha Christie değil...

 

 


 

 

* Görsel: Güneş Engin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.