Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir cemaate ait olmak isteyen yalnız yazar ve Manzaradan Parçalar...


Gayet iyi
Toplam oy: 1402
Orhan Pamuk
İletişim Yayınevi

“Bir cemaate ait olmak isterim”. Böyle söylüyor Orhan Pamuk son zamanlarda verdiği söyleşilerden birinde. Ondan böyle bir cümle duymak çok ilginç doğrusu. Zira biz onu takımlardan, cemaatlerden, arkadaşlardan azade yalnız bir romancı olarak tanımış, sevmiştik hatta, kimilerimiz de sırf bu ne nedenle, sevmemiştik. Bir türlü gerçekleşmemiş Türk modernleşmesinin yalnız, içedönük, bireyci, hatta apolitik yazarıydı Orhan Pamuk. Zaman geçti, Orhan Pamuk da giderek değişti; “Kar”da düpedüz siyasi bir roman havası vardı. “Öteki Renkler’de, “İstanbul, Hatıralar ve Şehir”de yalnız yazarın okurlarıyla paylaştığı bir şeyler vardı... Belki de Pamuk değişmemiş, yaptığı işte yetkinleşip olgunlaştıkça biz okurlar onu daha yakından tanımaya başlamıştık... Şimdi “Manzaradan Parçalar”da kendini, hayata, ülkesine, dünyaya, sanata ve edebiyata bakış açısını büyük bir iştahla, sözcükleri hiç de cimri kullanmadan, samimiyetle anlatıyor. Aklımızda yer eden Orhan Pamuk imgesini kendisiyle birlikte satır satır, sayfa sayfa değiştiriyor.

“Ben yazar olmaya karar verdiğimde, hem şiirde hem de romanda, hakim edebiyat anlayışı yalnız bir bireyin kelimelerle kendini, ruhunu ve tuhaflığını ifade etmesine değil, takımlarla, cemaatlerle, arkadaşlarıyla birlikte hareket eden bir yazarın toplumsal bir ütopyaya, bir hayale (modernizm, sosyalizm, İslamcılık, milliyetçilik, laik cumhuriyetçilik gibi) katkıda bulunmasına da değer veriyordu.” İşte Türk edebiyatına damgasını vuran bu beklentiyi hiç mi hiç karşılamayan yazarların başında geliyordu Orhan Pamuk. Ve zannımca tam da bu sebepten ötürü hem çok okunuyor hem de bir o kadar yeriliyordu. Başta da dediğim gibi şimdi bir cemaate ait olma isteği sarmış Pamuk’u, dışarıdan bakılınca anlaşılması güç ama özellikle yazarın son zamanlarında verdiği eserler ve özellikle de Manzaradan Parçalar durumu açık ediyor. Diyebilirim ki Orhan Pamuk, bir cemaate ait olmaktan da ziyade ruhunu, olgunlaşmış yeteneğini başta kendi toplumuna olmak üzere, hayata, dünyaya açmak arzusunu duyuyor. Bir yazar için ne kadar anlaşılabilir bir istek: Anlaşılmak istiyor.

Manzaradan Parçalar’ı elime aldığımda hafif bir şaşkınlık geçirdiğimi söylemek isterim. Kitabın altı yüz sayfayı bulan hacmi beni oldukça şaşırtmıştı. Zira içeriğine dair kabataslak bir bilgim vardı da ondan: Yazar, Öteki Renkler ve İstanbul kitaplarında olduğu gibi çocukluğuna, doğup yetiştiği İstanbul’a, hatıralarına ve edebiyata dair anılarını, düşüncelerini paylaşmıştı yine. Pamuk’un diğer iki hacimli çalışmasıyla anlatıp bitiremediği neler olabilirdi ki? Manzaradan Parçalar’ı okudukça şaşkınlığımın kat be kat arttığını söyleyebilirim üstelik. Belki bir okur yanılsaması ama gördüm ki Orhan Pamuk, bu çalışmasıyla, belki de ilk defa kendini açmış, ülkesine ve daha çok da dünyaya seslenen bir yazarın bilinci, oturaklılığı ve samimiyetiyle yazmış.

Şüphe ve takıntı

Özellikle çalışmanın “Hayat” ve “İstanbul” adlı ilk bölümlerine damgasını vuran, bu bölümlerde yer alan neredeyse hemen her yazıda açıkça dile getirilen bir ruh hali mevcut: Batı karşısında durmaksızın ezilen Doğulunun ruh hali. Belli ki Pamuk, bu dertten oldukça mustarip. Bu dertlilik hali kimi zaman okur için şüphe çekici oluyor, içten içe “yok canım bu kadar da değildir” nevinden bir takıntılı abartma izlenimi doğuruyor aslında. Hatta bir adım ileriye gidip, elli beş dile çevrilen bir yazar olduğunun bilincindeki Pamuk, onu en çok okutan temaya, Doğu-Batı karşıtlığı temasına mı sürekli surette vurgu yapıyor, diye düşünebilirsiniz. Ancak içinizi kemiren şüpheyi, eğer iyi bir okuruysanız, romanlarını takıntıları olmayan bir insanın yazamayacağı bilgisiyle ya da fazla uzağa gitmeden çalışmanın ileriki sayfalarında yer alan roman notlarına bakarak gidermeniz de mümkün.

Beni kendi adıma Manzaradan Parçalar’a bağlayan şey Orhan Pamuk’un “Kitaplar ve Edebiyat” adı altında bir araya getirdiği yazıları oldu. Üç ayrı yaşında okuduğu Bin Bir Gece Masalları’nın üzerinde yarattığı etkiyi, hatta son okuyuşunda masalların içinde yer alan edebi mantık oyunlarına, kılık kıyafet değiştirme, bir başkasının yerine geçme, saklanma gizlenme ayrıntılarına özellikle dikkat edip bunları Kara Kitap’ta nasıl kullandığını keyifle yazması... “Kahramanlarının ruh haline, bir romanın geniş manzarası, panoraması içerisinde, bir anda birkaç kelime ile girebilmenin yeni bir yolunu keşfeden büyük yazar! Kahramanlarına roman sanatının talep ettiği derin şefkat ve anlayışla yaklaşabilen, bu yüzden ‘Madame Bovary benim,” diyebilen bir yazar!” olduğunu düşündüğü için “Bay Flaubert benim” demesi... Flaubert hayranlığını yazarın toplumsal ve tarihsel konumu ekseninde temellendirerek uzun uzun dile getirmesi... Aynı şeyi Dostoyevski’ye, Camus’ye, Nabokov’a ve etkilendiği diğer pek çok yazara ve onların yapıtlarına yapması... “Kitaplar ve Edebiyat”ı ayrıca dikkate değer kılıyor. Yazarın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın modern bir yazar kabul edilemeyeceğine dair, Tanpınar ve modernizm ilişkisi üzerine tespitleri, düşünceleri de bu bölümün diğer bir ilgi çekici, üzerinde düşündüren yazısı.

Orhan Pamuk’un insanın iştahını kapamayan bir doygunlukla yazılmış yazılarıyla, söyleşileriyle, sonsözleriyle, konuşmalarıyla dolu Manzaradan Parçalar. Romanlarından bazılarını okumuş, beğenmiş, kimilerini yarım bırakmış kafası karışık okurlarındansanız eğer yazar hakkında sağlıklı fikirler edinebileceğiniz bir çalışma bu. Ya da sadece dünyaca ünlü, buralı, yaşadıklarını dönüştürmek istediğini söyleyen bir yazarın siyasete, sanata, edebiyata bakışını, gündelik endişelerini okuyabileceğiniz kişisel bir kültürel harita. Karar vermek yine de size kalmış...

Yorumlar

Yorum Gönder


Orhan Pamuk' la ilgili çok güzel bir analizi içeren yazınıza aynen katılıyorum...

55%
45%

Kitabı merakla bekliyordum. Aldım, okuma listesinde. Bakalım.

29%
71%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.