Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir rüyanın sonu


Şahane
Toplam oy: 897
Norman Mailer // Çeviren: Ahmet Ergenç
Sel Yayıncılık
Norman Mailer kolay yabana atılacak bir yazar değil; anlatının öylesine etkileyici, öylesine pırıltılı bölümleri var ki karşınızda en büyük yaratımını henüz gerçekleştirememiş bir dâhinin bulunduğunu hissediyorsunuz.

Çok uzun zaman önce, ilk gençlik yıllarımda okumuştum Norman Mailer romanlarını. Çıplak ve Ölü, 1971 yılında Türkçeye çevrilmiş, çeviriler Marilyn Monroe hakkında bir inceleme kitabı ve Geyikli Park ile Körler Körlere Yol Gösteriyor isimli romanları ile sürmüştü. 80'lerde Barbarlık Kıyısı, Celladın Şarkısı, Sert Erkekler Dans Etmez kitapları eklendi çevirilere.

 

Norman Mailer'in 63-64 yılları arasında Esquire dergisinde sekiz ay tefrika ederek tamamladığı ve 1965 yılında kitaplaştırılan romanı Amerikan Rüyası ise, Türkçede ilk olarak, 1970 yılında E Yayınları’ndan çıkmıştı. Geçtiğimiz ay da, yani tefrika edilişinden yaklaşık elli yıl sonra da yeni bir çeviriyle yeniden karşımızda Amerikan Rüyası...

 

Amerikan edebiyatının en renkli isimlerindendi Norman Mailer. Yirmi beş yaşındayken yazdığı ilk romanı ve başyapıtı Çıplak ve Ölü yayımlandıktan sonra hayatı değişiverdi. Eleştirmenlerce göklere çıkarılan, çok satar listelerinin başına oturan ve bugün bile "İngilizce yazılmış en iyi yüz roman" arasında sayılan kitabı sayesinde Mailer, maddi ve manevi anlamda, “Amerikan Rüyası”na dalma fırsatı buldu. Politik tavırları, evlilikleri, gazeteciliği, eserleri ve aldığı ödüllerle uzun yıllar boyunca ilgi odağı olmayı da başardı.

 

İkinci Dünya Savaşı'na katılmış ve Filipinler'de görev yapmıştı. Bir savaş romanı olan Çıplak ve Ölü’de işte bu deneyimlerini yansıttı. Dördüncü romanı Amerikan Rüyası’nda da Norman’ın kişisel deneyimlerinden bolca yararlandığını söyleyebilirim. Çabuk yükselip çabuk tükenen bir roman kahramanı üzerinden “Amerikan Rüyası” denen zihniyeti acı bir alayla teşhir ediyor. Söz konusu teşhir, savaş sonrası ABD toplumuna, toplumun her kesimine yönelik sert bir eleştiriyi de barındırıyor.

 

Görünüşte her şey kusursuz gibi 



Stephen Richards Rojac, kısa adıyla Steve, Harvard'da okumuş, II. Dünya Savaşı'ndan bir kahraman olarak dönmüş, 1946 yılında, henüz 26 yaşındayken ABD Kongresi'ne seçilmiş, zengin bir ailenin güzel ve çekici kızıyla evlenmiş... Şimdilerde New York'ta bir üniversitede varoluşsal psikoloji profesörü olarak görev yapıyor ve televizyondaki sansasyonel talk-show’larıyla tanınıyor. Kısacası, görünüşte her şey kusursuz gibi. Oysa Steve böyle bir hayatı sürdürmekten, yükselip yükselip düşmekten yorulmuş durumda, hatta intiharın eşiğinde, dahası içinde yatan cinayet eğiliminin farkında. Ayrı yaşadığı karısı ile tartıştıkları ve alkolün de biraz fazlaca kaçtığı bir gece, içindeki cinayet işleme potansiyeli fiiliyata dökülecek, karısını boğarak öldüren Steve olayı intihar gibi göstermeye çalışacaktır. 

 

İşte bu cinayet gecesinde başlayan hikaye, sonraki 24 saatlik zaman dilimini kapsıyor. Çok uzun süren bu 24 saat içinde olayı soruşturan polisler tarafından sıkıştırılan Steve pek çok insan, olay ve durumla karşılaşıyor. Olay duyulunca her iki işinden de -hem üniversiteden hem televizyondan- atılıyor, mafyöz tiplerle dalaşıyor, bir bar şarkıcısı ile tanışıp yeni bir aşkın heyecanını yaşıyor, para ve siyasi nüfuz sahibi kayınpederi ile yüzleşiyor. Ama asıl yüzleşmesi kendisiyle...

 

Sert erkekler masum mu?


Amerikan Rüyası’nın tefrika edilerek yayımlanması, alçakgönüllülükten hiç nasiplenmemiş Norman Mailer'ın bilinçli bir seçimiydi. Kendisini Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarlarla kıyaslamaktan imtina etmeyen Mailer, her bölümü bir aylık süre içinde tamamlarken Charles Dickens'ın yöntemini kullanmış ve bir anlamda onunla boy ölçüşmüştü. Ancak yalnızca yöntemi taklit etmiş, biçim anlamında ise 19. yüzyıl roman geleneğinden uzaklaşmıştı. Bilinç akışına, hayallere, metaforlara yer veren ve yer yer şiir dilini kullanan Mailer, Amerikan Rüyası’nı modernist bir anlayışla kaleme aldı. “Peki sonuç ne oldu?” diye sorabilirsiniz. Yayımlandığı dönemde farklı tepkiler ve yorumlar çıkıyor karşımıza. Romanı göklere çıkaranlar kadar yerin dibine batıranlar da var. Ne var ki, okuyucunun beğenisi, satış rakamlarından anlaşılıyor. Beğeni ve ilgi Hollywood'un iştahını da kabartmış olmalı ki roman 1966’da sinemaya uyarlandı. Kısacası, toplumsal eleştiriyi hedefleyen Norman Mailer'ın amacından farklı biçimde alımlanmış Amerikan Rüyası

 

Romanın sorunlu yanı da tam burada; "istenmeyen" bir okuma tarzına izin vermesinde, hatta böyle bir okumayı teşvik etmesinde. Barındırdığı, hatta arada bir açıkça telaffuz ettiği siyasi ve toplumsal eleştirilere rağmen Amerikan Rüyası akılda sert bir erkeğin dramı olarak kalıyor. Doğrusu Norman Mailer bu sert erkek karakterine karşı hiç tarafsız değil; sevgi ve anlayışla yaklaşmış roman kahramanın eylemlerine ve düşüncelerine. Başından altı evlilik geçen, kadınlara, içkiye ve uyuşturucuya bağımlılığını hiç gizlemeyen, kadın özgürlük hareketine karşı olduğunu sakınmasızca söyleyen Mailer, sanki roman kahramanıyla birlikte kendisini de temize çıkarıyor. Suçu usulca ikinci plana itiveriyor. Öyle ki, öldürülen kadını öldüren erkeğin -tek taraflı- bakış açısıyla değerlendirmekten başka bir şansı olmayan okuyucu, cinayetten rahatsızlık bile duymuyor. İşte Steve'in karısı hakkındaki düşüncelerinden örnekler: "O, yani Deborah, büyük bir kaltaktı, türüne az rastlanır bir dişi. (...) Deborah bana kancalarını takmıştı, sekiz yıl önce kancaları sabitlemişti ve o kancalar başka kancaları doğurmuştu. Onunla yaşarken cinai eğilimlere sahiptim; ondan ayrılmaya kalktığımda ise intihar eğilimleri baş gösterdi. (...) Deborah yalanların hakikatlere yol açtığı ve hakikatin de yanıp sönen yalanlar doğurduğu o muhteşem belirsizlik diyalektiği konusunda tam bir uzmandı."

 

Roman bu yanıyla sert erkek kültürünü sevenlere hitap etmiş, Henry Miller ve D. H. Lawrence gibi yazarların övgülerini kazanmıştı. Buna karşılık, kadın hakları savunucularından tepkiler aldı. Mesela feminist eleştirinin öncülerinden, Cinsel Politika kitabının yazarı Kate Millett, Amerikan Rüyası’na şiddetle saldırmıştı. 

 

Amerikan Rüyası tuhaf bir roman. İdeolojik arka planını, rahatsız edici yanlarını bir tarafa bırakalım; zaman zaman kurguya ilişkin aceleye gelmişlikten kaynaklanan sorunlar da barındırıyor. Ancak Norman Mailer kolay yabana atılacak bir yazar değil; anlatının öylesine etkileyici, öylesine pırıltılı bölümleri var ki karşınızda büyük bir yazarın, en büyük yaratımını henüz gerçekleştirememiş bir dâhinin bulunduğunu hissediyorsunuz.

 

 


 

 

* Görsel: Furkan Nuka Birgün


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.