Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Seri katilin Gerçek Hikayesi


Vasat
Toplam oy: 121
Çumra 1965 - Bir Seri Katilin Gerçek Hikayesi henüz kapağını aralamadan “ben başkayım” diye fısıldıyor. Sevinç Yavuz’un romanı tam da arkeolojik kazıların en heyecanlı günlerinde, 1965’te geçiyor. Çatalhöyük’ün getirdiği güzel şöhret kadar, bir de başında musibet vardır Çumra’nın; kaybolan insanlar. Üstelik kaybolanlardan üçü kazıda vazifeli Alman arkeologlardır. Bunun üzerine Ankara, gözü pek, genç, hırslı bir emniyet amiri tayin eder küçük ilçeye.

Polisiye edebiyatın tekinsiz labirentlerinde gezerken korkudan heyecana, hüzünden şaşkınlığa pek çok duyguyu deneyimleyen okur, olayların ya da vahşetin dozu ne ölçüde artarsa artsın, kurgunun kendine ilişmeyeceğini bilmenin emniyetindedir. Bununla beraber, ilhamını gerçek hayattan alan hikâyelerin sunduğu okuma deneyimi, okuyucuda daha farklı tesirler bırakabilir. Bir kitapta anlatılan her şeyin hayali olduğunu bilmek başka şey, daha evvel yaşanıp sonradan kağıda döküldüğünü bilmek başka. Çumra 1965 - Bir Seri Katilin Gerçek Hikayesi isminden ve alt başlığından da anlaşılacağı üzere 1965 yılında Konya’nın Çumra ilçesinde işlenen bir dizi seri cinayeti konu edinmesiyle, henüz kapağını aralamadan “ben başkayım” diye fısıldıyor.

Çatalhöyük kazısı ve cinayetler
Gazeteci ve televizyoncu Sevinç Yavuz, daha evvel kaleme aldığı belge niteliğindeki Türk Seri Katiller kitabında, yazacağı eserin ipuçlarını vermişti. O kitabında da incelediği ve olayın gerçekleştiği dönemde gazetelerde “Çumra Canavarı” olarak kendine yer bulmuş seri katilin hikâyesini, bu defa müstakil bir kitap olarak okurun beğenisine sunmuş. İşin içine arkeoloji ve gizem de girince, ortaya son derece çekici bir hikâye çıkmış.
Evveliyatında bataklık olan, gelip geçen bir tren haricinde kendi halinde unutulmuş bir kasabaymış Çumra. Atatürk, Adana seyahati esnasında Çumra’dan geçerken, kasabanın bayındır hale getirilmesini ve ilçe yapılmasını istemiş. Hikâyesi burada ivme kazanan Çumra, 1958’de Çatalhöyük’ün keşfi ve takip eden yıllarda yapılan kazılarla bir anda tüm dünyanın ilgi odağı olmuş. Sevinç Yavuz’un romanı tam da arkeolojik kazıların en heyecanlı günlerinde, 1965’te geçiyor. Çatalhöyük’ün getirdiği güzel şöhret kadar, bir de başında musibet vardır Çumra’nın; kaybolan insanlar. Üstelik kaybolanlardan üçü kazıda vazifeli Alman arkeologlardır. Bunun üzerine Ankara, gözü pek, genç, hırslı bir emniyet amiri tayin eder küçük ilçeye.
Aşık olduğu karısı ve küçük kızıyla Çumra’ya gelen emniyet amiri Ali Kemal, vakit kaybetmeden kolları sıvar ve vakaları incelemeye koyulur. Teşkilattaki polislerden bazıları, yeni amirlerinin azminden huzursuz olmuşlardır. Yine belediye başkanı da Ali Kemal’e karşı küçümseyicidir. Parçaları birleştirmeye başlayan Ali Kemal, kayıpların Çatalhöyük kazısı ve yozlaşmış idari mekanizmayla ilgisi olabileceğini hisseder. Bu esnada ortaya çıkan bir cesetse işleri daha karmaşık hale getirir. Aylar önce öldürüldüğü anlaşılan ceset, gömüldüğü yerden çıkarılmıştır. Bu, katilin meydan okuması mıdır, yoksa ipuçlarını işaret ettiği bir oyun mudur?
Parçalar yerine oturmuyor
Ali Kemal’in cinayetler ve Çatalhöyük kazısını ilişkilendirmesi için daha başka haklı gerekçeleri de vardır. Binlerce yıl evvel bu topraklarda zamanının ötesinde bir uygarlık kuran bu insanlar, tıpkı katilin yaptığı gibi, ölülerini yaşam alanlarının zeminlerine, cenin pozisyonunda ve dik şekilde gömmüşlerdir. Öte yandan küçük kasabanın ketum halkının sanki olayları yok sayıyormuş hatta ört bas ediyormuş gibi davranması da emniyet amiri için bir muammadır. Pek çok kişi aylardır haber alamadığı bir yakınının aslında “büyük şehire” gitmiş olduğunu, bir varsayımdan çok hakikat gibi dile getirmekten çekinmez. Ali Kemal yapbozun parçalarını birleştirdikçe, yerine oturtulması gereken daha çok parça çıkar karşısına.
Bu süreçte en çok şüphelendiği kişiyse, kazıyı yürüten ekibin lideri Alman arkeolog William’dır. Kendisine karşı sergilediği bariz hasmane tutum, amirin dikkatini arkeolog üzerinde yoğunlaştırır. O günlerin birinde kaybolan, kazıda vazifeli şoför ise Ali Kemal’in kuşkularındaki haklılığını gösterir gibidir. Polis amiri topladığı tüm bilgileri masaya serer ve büyük resmi görmeye başlar. Kazı ekibinden kaybolan şahıslar, binlerce yıl önceki adetlere uygun gömülen cesetler, tekinsiz bir arkeolog, Ali Kemal’in gayretlerinden hiç memnun olmayan bir belediye başkanı… Besbelli ortada arkeologların ve siyasilerin de dâhil olduğu bir tarihi eser kaçakçılığı meselesi vardır ve bu şebeke işlerini yürütebilmek için cinayet işlemekten dahi çekinmemektedir. Fakat Ali Kemal’in birleştirdiği parçalar yerine oturmayacaktır. Olay tahmin ettiğinden daha farklıdır ve cinayetleri çözmek için çıktığı bu yol, katille kesişeli çok olmuştur.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.