Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Yeryüzü Eşiği: Şahdamar-Körfez-Sesler


İyi
Toplam oy: 133
Sezai Karakoç şiiri geçmiş, şimdi ve gelecek arasında kurulması elzem bağları örmüş; tarihsel bir kesintiye ve hafıza kaybına uğrayan insana hakiki ve aşkın bir yol haritası sunabilmiş bir şiirdir. Nasıl inançta, aşkta bir ruh varsa gelenekte de bir ruh vardır. Sezai Karakoç için asıl mesele geleneği bu ruhla birlikte sürdürebilmektir.

Sarsıcı ve ters yüz edici bir modernleşme tezgâhından geçen toplumlarda, gelenek en çok tartışılan kelimelerden biridir. Kimi, geleneği günü geçmiş, köhnemiş bir olgu diyerek elinin tersiyle iter; kimi de geleneği bir anakronizm tuzağına düşerek biçimsel bir oyuna dönüştürür. Bu köklerini unutan tarihsizlikten, bu biçimsel ve hamasî şiir akrobasilerinden geriye ne kalabilirse artık. Gelenek bahsinde her halükarda sağlıklı bir yoruma muhtacız. Modern Türk şiirinin tarihi aynı zamanda bu yorumun da bir tarihi olarak okunabilir. Çünkü modernleşme ‘masalımızın’, iyisiyle kötüsüyle en berrak tebarüz ettiği alanlardan biri Türk şiiridir.

 

Sezai Karakoç şiirinin ‘yerini’ tespit ederken ilk elde bu hakikatten yola çıkmamız şart. Yani Karakoç şiirinin sadece içerik olarak değil dil olarak da durduğu yer, tam da gelenek dediğimiz bu damarın ortasıdır. Geleneğin şahdamarıdır Karakoç şiiri. Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Elbette her zaman ve daima esere bakarak söylüyoruz. Sezai Karakoç şiiri geçmiş, şimdi ve gelecek arasında kurulması elzem bağları örmüş; tarihsel bir kesintiye ve hafıza kaybına uğrayan insana hakiki ve aşkın bir yol haritası sunabilmiş bir şiirdir. Nasıl inançta, aşkta bir ruh varsa gelenekte de bir ruh vardır. Sezai Karakoç için asıl mesele geleneği bu ruhla birlikte sürdürebilmektir. Karakoç, çağa, zamana, âna damgasını vuracak o ‘modern dili’ işte bu ruhla kaynaştırır. Ona göre yapılacak yenilik de, çoğu kez görüldüğü gibi, biçimde olan yenilik değil, ruhta yeniliktir. Ama bu yenilik, esasta, geleneğe karşı olmak değil, belki onun bıraktığı noktadan alıp ileri götürmektir şiiri.

Şahdamarını arayan ses
Monna Rosa’daki şiirlerin yazılış tarihlerine bakarsak, o dönem Türk şiirinde Garip hareketi bağlamında yaşanan tartışmalarda tarafını belli etmiş bir şair portresi görürüz. Yirmili yaşlarda yazılan, ilk gençlik tutkularının bir izdüşümü olan bu şiirlerde baskın kavram duyarlılıktır. Yani, Türk şiirinde şairaneliğe savaş açan ve şiiri gündelik dilin basitliğine indirgeyen bir şiir ortamında Monna Rosa bir şairanelik ve duyarlılık şöleni olarak çıkar karşımıza. Karakoç şiirinde salt duygu değil düşünce de içten içe akan derin bir ırmaktır ve Monna Rosa’daki şiirler, gelmekte olan o büyük çağıltının habercisi gibidir. İnsanı o “büyük fikre” hazırlayan bir duygusal açılma ve açılıştır Monna Rosa. Özel bir sohbetimizde Üstad, Monna Rosa’ya yaptığı bir atıfta şiirde geçen “tavuskuşu” imgesinin aslında bir Peygamber remzi olduğunu söylemişti. Bu atıfta Karakoç’un daha ilk şiirlerinde bile nasıl dopdolu bir bilinçle yola çıktığının izleri saklıdır.
İlk baskıları ayrı ayrı yapılan, daha sonra bir arada basılan Körfez-Şahdamar-Sesler, Üstadın bütün şiirlerini kronolojik olarak yeniden tasnif etmesiyle bir isim değişikliğine uğradı ve 8. baskıyla birlikte Şahdamar-Körfez-Sesler adını aldı. Bu kitaptaki şiirler toplamı ana eksende 2. Yeni şiir hareketinin genel şiir algısıyla örtüşük şiirlerdir. Zaten kitaptaki şiirler de -özellikle Sesler kitabı- 2. Yeni şiir hareketinin dolaşımda olduğu bir tarihsel süreç içinde yazılmıştır. Karakoç’un bu üç kitabı ikinci baskılarında bir araya getirmesinde de buna dair bir belirleme varmış gibi görünür.
Bununla birlikte Karakoç’un daha ilk şiirleriyle belirginleştirdiği şair karakteri, ŞKS ile özgün ve çarpıcı bir kimliğe bürünür. Karakoç şiirine duyarlılıkla birlikte kendilik ve özgünlük kavramları da girer. Bir eşikten geçerek o büyük yeryüzü şiirine doğru yürümeye başladığımızı hissederiz. Bu bağlamda kendi derdiyle ve meselesiyle örülü bir şiir dili kurar Karakoç. Kitabın açılış şiiri olan Kar Şiiri’nde insan-doğa- Tanrı denkleminde bir tutkuya ve adanışa şahitlik ederiz. Dıştaki tabiatı tahrip ederken aynı zamanda içteki tabiatı/ doğallığı da tahrip eden bir içsizlik karşısında şair “anlama” fiiline yaptığı göndermeyle meselesini açık eder: “Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın” (s.10) Anlam, Karakoç şiirinde insana her daim inancı ve yaratıcıyı hatırlatan ilahî bir pusula hükmündedir.
Ötesini Söylemeyeceğim
Sezai Karakoç şiirinde ya konuşan özne olarak ya da anlatılan özne olarak iki baskın imaj söz konusudur. Biri anne diğeri çocuk. ŞKS’deki Balkon, Ötesini Söylemeyeceğim, Anneler ve Çocuklar, Çocukluğumuz ve Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri başlıklı şiirler bu imajların en yoğun kullanıldığı örneklerdir. Bana kalırsa anne imgesinde geleneği yani geçmişi, çocuk imgesinde ise şimdiyi ve geleceği okuruz. Taşıdıkları özgül anlamlarıyla birlikte düşünüldüğünde anne ve çocuk saf, karşılıksız bir sevgi ve merhamet ekseninde buluşurlar. Karakoç şiirinin taşıdığı en temel hassalardan biri olan masumiyet, anne ve çocuk imgelerinin izleğinde daha bir belirginleşir.
ŞKS’deki şiirleri 2. Yeni yedeğinde değerlendirmenin beraberinde getireceği bazı riskler söz konusudur. Bu riskler imge estetiği, uzak çağrışım sarmalında bu şiirlerin meselesini göz ardı etme tavrında dışlaşır. 2. Yeni bir “yaşantı şiiri”dir. Ânın çemberinde yaşanan zaman diliminin şiirleştirilmesi söz konusudur. Bunu bir zaaf olarak söylemediğim herhalde anlaşılmıştır. Karakoç şiiri bir yaşantıdan ziyade hayatın özüne dikkat kesilen bir ürperişle doludur. Duyarlılığın o büyük fikir ve inançla bezendiği şiir örneklerine baktığımızda ne demek istediğim daha sarih anlaşılabilir. Kitaptaki en dikkat çekici şiirlerden biri olan Ötesini Söylemeyeceğim, çocukça (çocuksu değil!) bir duyarlığın bir fikir ve en önemlisi bir kimlikle taçlandığı nefis örneklerden biridir. Bu şiirde çarpıcı olan bir çocuğun dilinden bir kimliğin veciz bir ifadesidir aslında: “Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç” (s.21)
Bu kimliğin bir aidiyet ve mensubiyet bağı içinde verildiği şiir ise Şahdamar’dır. Şairin siz ve biz özelinde verdiği örnekler hâlihazırda bir reddin ve inkârın merkezinde konuşlanır. Aidiyet kavramını irdelerken de işbu red ve inkâr kavramlarını iyi ayırt etmek gerektiği kanısındayım. Hür, şartsız ve kayıtsız bir “siz” imgesine karşılık bir anlamla ve en önemlisi bir inançla mukayyet olan “biz” imgesi vardır. “Biz”, örgütlenmiş kötülüklere, kayıtsızlıklara ve dayatılan hayat telakkilerine karşı saf bir inkârla doludur. “Biz”i sağaltan ve ayakta tutan da bu kurulu düzene isyan ve bu düzeni inkâr eden tavırda tebarüz eder: “Biz inkâr eder, şah inkârları severiz.” Ve şairin bir ahiret düşüncesi olarak da okunabilecek hayatın devamlılığına dair tespitiyle taçlanan bir eşiğe geliriz burada: “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.” Peki, niçin Şahdamar? Çünkü O, bize şahdamarımızdan daha yakındır.
Kitabın içinde bir belirleme yapmak gerekirse 2. Yeni’ye en çok yakın duran şiirlerin Sesler kitabında yoğunlaştığını görürüz. Bu da yukarda andığım gibi tarihsel süreç içinde o zamana denk düşen şiirler toplamı olmasıyla ilgilidir daha çok. Karakoç’un Sesler’den sonra yayımlanan, “ilahî üçleme” diye isimlendirebileceğimiz üç uzun şiiri, gelenekle kurduğu imtizacın neredeyse tapu sicil defteri gibidir: Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu. ŞKS’deki şiirler, bu sebepten bir yeryüzü eşiği olarak da okunabilir. Duyarlılığı aşkla ve rahmanî bir arayışla taçlandıran bakış acısı çağın karayılanlarına karşı bile merhametle yüklüdür: “Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum / Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeğe” (s.17) Hayat sulu sepken bir romantizm sirki değildir. Varoluş insanı tanıklığa çağırmaktadır ve aşk da bu yüzden kalpte bir çiçek gibi değil bir kurşun gibi taşınmaktadır. Çünkü aşkla ölmeyen (kurşun) henüz doğmamıştır. Diriliş de aşkın insandaki o kadim yürüyüşüdür.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.