Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Cesarete ihtiyaç Duyduğumda Bir Kahramanı Hatırlarım


Zayıf
Toplam oy: 125
Kültür dünyamızın üretken kalemi Bilgehan Uçak'ın ilk romanı Akşamlar Artık Serin, Everest Yayınları tarafından okura sunuldu. Kitapta hayatın süprizleri karşısında sevginin gücüne sığınan insanları anlatıyor Uçak. Spordan siyasete, edebiyattan tarihe farklı alanlarda emek veren yazar daha önce spora uzak gibi görünen isimlerle yaptığı söyleşileri Futbol'mu? Yok Daha Neler!’de bir araya getirmişti. “Bir dönemin kayıtçısı” dediği Reşat Nuri Güntekin’in pek de bilinmeyen Cumhuriyet ve Anadolu üzerine yazdıklarını ise Operada Mücellâ Suzan’da değerlendirdi. Yazma hevesi, okuma ihtiyacı başta olmak üzere ucu daima kitaba çıkan bir konuşma sunuyoruz.

Spor muhabirliği yaparak başlamıştım metin yayınlamaya. Fenerbahçe’yle ilgili bir haber yazmıştım, ilk imzamı orada gördüm. O gazete sayfasını çerçevelettim, hâlâ saklarım. Farklı konularda yazılar yazsam da aslında üç aşağı beş yukarı aynı konular arasında gidip geliyorum. Bilmediğim hiçbir konuda da yazmamaya çalışıyorum.

 

Kelimeler sanırım sadece benim görebileceğim şekilde gözümün önünde hayalet kelebekler gibi uçuşmaya başlıyor. Harf harf uçuşuyorlar, sonra bir an geliyor ve ben onları toplamaya çalışıyorum. Derken, toparlanmış bir vaziyette ya bilgisayar ekranında ya da daktiloda karşıma çıkıyorlar.

 

Kısa yazıları bilgisayarda, romanı mutlaka daktiloda yazıyorum! Yazısına göre değişse de kısa yazılar birkaç saat içinde yazılıyor. Roman öyle değil. Burada çok sevdiğim Selim İleri’den öğrendiğim bir şeyi anlatmak isterim. Romanı yazıp Selim İleri’ye götürdüğüm zaman, bana, “Maşallah siz genç yazarlar herhalde hepiniz birer Dostoyevskisiniz,” dedi, “bir kere yazıp okuyor ve getirecek cüreti bulabiliyorsunuz; bizim zamanımızda bu olamazdı.” Bu benim kulağıma küpe oldu. Selim Bey, o zaman Mel’un’u yazmaktaydı. Aynı romanı kusursuzluğa ulaştırabilmek için defalarca yazdığını gördüm. O gün romanı geri aldım. Oturup bir daha yazdım. Sonra bir daha… Sonra bir daha. Aynı romanı, cümle cümle, biri daktiloda olmak üzere dört kez yazdım. Her seferinde bazı şeyleri değiştirdiğimi görmek, bunun olacağını bile bile, beni çok heyecanlandırıyor.

Roman yazarken “hayatın gerçek yüzüne” işaret edebilmek gibi bir iddiam yok. Açıkçası, hayatın gerçek bir yüzü olduğundan da hiç emin değilim. Yapmak istediğim, okuru bir serüvenin içine sokmak. Romanla bir dünya kurmaya çalışıyorum ve okuru da oraya davet ediyorum. Şimdi benim çok yakın tanıdığım insanlar var, Müjgan var, Türkan Hanım var, çok ilginç buluyorum onları. Okurun da onlarla tanışmasını istiyor ve diliyorum.
Her şey bir yana, okumak yazmaya giden yolu açıyor. Bunun aksinin pek mümkün olduğunu sanmıyorum. Ama koltuğa gömülüp, dünyanın bütün dertlerini bir yana bırakmış şekilde, bir başka yazarın dünyasına girmeyi, hiç gitmediğim yerlere gitmeyi, hiç tanımadığım insanlarla tanışmayı, tarihin herhangi bir ânında herhangi bir yerde olabilme düşüncesini, o kahramanların dertleriyle üzülmeyi, onlarla sevinmeyi seviyorum. Bunu çok eğlenceli buluyorum.
Herkes gibi benim de çok sevdiğim, hayranlık duyduğum yazarlar var. Markete giderken yanlarında götürdükleri alışveriş listesini yayımlasalar, ilk gün gidip alırım. Sevdiğim, fikrine değer verdiğim biri, bana hiç tanımadığım birini önerirse, o zaman yeniliğe çok açık biri oluyorum. Aksi halde, eğer konu özellikle ilgimi çekmiyorsa, yeniliğe açık değilim. Bir de, bilimkurgu, kişisel gelişim falan gibi yanından geçmediğim türler var.
Kitapların gündelik hayatımda yeri var. Bazen sadece o kahramanla bir anlığına özdeşleşmek için onun söylediği bir sözü yineliyorum. Ya da cesarete ihtiyacım olduğu anlarda aklıma hep bir kahraman geliyor. O olsa yapardı, diyorum. Bu beni motive ediyor. Ayrıca, birçok şeyi yapmayı reddetmemin altında hep aynı soru yatıyor: Sartre olsa yapar mıydı, Kazancakis ya da Reşat Nuri olsa buna tenezzül eder miydi, gibi sorular soruyorum kendime. Sonra da yapamıyorum.
Umarım hayatımın büyük bölümü henüz geçmemiştir. Nazi dönemini anlatan filmler izlemeye bayılıyorum. Yani, film bitince genellikle kahroluyorum ama gene de takıntılı bir şekilde izliyorum. Çizgili Pijamalı Çocuk’u izledim mesela geçenlerde, aman yarabbi, gece gözüme uyku girmedi. Ama ertesi gün, gene bir başka Nazi filmi seyrettim. Oradan alınacak çok şey olduğuna inanıyorum. Aynı yönetmenin filmlerini arka arkaya izlemeyi de çok severim: Fellini, Visconti, Woody Allen benim çeşitli dönemlerde birer ayımı almışlardır -feda olsun!- Mesela, salgının döneminde Tarantino’yu da böyle seyrettim. Ama onun sinema anlayışı bana hiç geçmedi. Yeşilçam’ı da çok severim.
Müzik deyince aklıma evvela Charles Aznavour gelir. O Montmartre bohemine bayılıyorum. Piaf, Dalida, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Tanju Okan, Ahmet Kaya, Chopin…
Yazarların yarattığı kahramanların gerçek dediğimiz hayattakilerden daha “gerçek” olduklarını düşünürüm. Romanda karşımıza çıkan bir kahramanı biz çok farklı yönleriyle görebiliriz, oysa gerçek hayatta becerebildiğimiz ölçüde bu özelliklerimizi saklamaya çalışırız. Roman kahramanları kendileri olarak yaşamıyor olabilirler ama aslında belki de milyonlarca farklı adla etrafımızdadırlar. Handan Sarp, Anna Karenina, Hayri İrdal, Madam Bovary, Quasimodo, Prens Mişkin, Feride ya da Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun onbeş yaşındaki isimsiz kahramanı…
Bu sıralar Julian Barnes, Gündoğumuna Yolculuk. Ahmet Mithat Efendi, Henüz On Yedi Yaşında. Kemal Karpat, Elitler ve Din. Bir de Corona marka hardal rengi daktilo ile çokça daktilo çıktısı var masamda.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.