Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çiftedikişli ve hristoteyelli


Vasat
Toplam oy: 248
Salâh Birsel
Sel Yayıncılık
Sel Yayıncılık, Salâh Birsel’in kitaplarının yeni basımlarını yaparak Türkçe edebiyata gerçekten büyük bir hizmette bulunuyor.

Salâh Birsel Türkçenin en ilginç, en özgün üslupçularından biri. Birkaç cümlesini okuyunca bile, “işte Salâh Birsel,” diye tanıyabileceğimiz bir sesi var. Başkasının elinde çok resmi, iddialı, kuru olabilecek geniş zaman kiplerini bir tür müzikal efekt, bir makam gibi kullanarak temel bir ahenk yaratıyor metinlerinde; temel müzikaliteyi böylece kurduktan sonra, sözleri çeşitlemeye başlıyor: Kısalı-uzunlu cümleleri arka arkaya getiriyor, bir konuyu işledikten sonra aniden bambaşka gibi görünen (oysa bağlantılı) bir konuya geçiyor; mizahi incelikleri, ufak nükteleri, saçmalıkları metnin kritik noktalarına yerleştiriyor; sonra da illa ki vurucu bir paragrafla yazıyı bitiriyor.

Salâh Birsel’in üslubu, bir de, kelime seçimleriyle meşhur. Birsel’in mizahçılığının en görünür tarafı bu: Birsel, argodan, eski metinlerden, halk dilinden kelimeler, tabirler, deyişler bulup çıkarıyor, bunları kimi zaman asıl anlamlarıyla, kimi zamansa kendi yüklediği yeni anlamlarla, bir tür özel sözlük yaratarak kullanıyor. İlk defa Salâh Birsel okuyan bir okur belki yadırgayabilir, tökezleyebilir bu seçimler karşısında; Birsel’i okumayı sürdürdükçe, okur da vayvilimleri, neşeli paytonları tanımaya başlıyor, bu dili öğreniyor. Birsel, ayrıca, okuyucuyu bu sözlerin kendi kitapları dışında da izini sürmeye, sözlükleri, eski kitapları karıştırıp “neymiş bu vayvilim?” sorusunun peşine düşmeye kışkırtıyor tabii ki.
 
Bugünün gözüyle bakınca, Birsel’de Türkçenin zenginliğine, geçmişine, kıvraklığına yönelik büyük bir sevgi görüyorum: Tüm bu kitaplarını Türkçenin sandığımızdan daha büyük, daha kapsamlı olduğunu göstermek için de yazmış sanki. (Birsel, uzun süre TDK’da yöneticilik de yapmıştı; Türkçenin 100 yılı aşkın bir süredir devam eden reform tartışmaları hakkında, TDK’nın özellikle 1960’lardan 12 Eylül darbesi arasındaki yıllarda bu tartışmaya katkıları hakkında karikatürize, siyah-beyaz fikirlerle konuşanların özellikle okumaları gereken yazarlardan biri Salâh Birsel).

Sel Yayıncılık, Salâh Birsel’in kitaplarının yeni basımlarını yaparak Türkçe edebiyata gerçekten büyük bir hizmette bulunuyor — böyle yazarları gündemde tutmayı misyon edinen yayınevleri olmasa Birsel de basılmayabilirdi, bu mücevherler unutuluşa terk edilmeye başlayabilirdi; örnekleri var.

Charlie Parker’ın hayatını merkeze alan iki deneme, 
Türkçede caz sanatı üzerine yazılmış çok ender ve öncü metinler arasında.

 

Bu denemeler nasıl yazılıyordu, bu bilgiler nasıl derleniyordu?

Birsel’i şiirleriyle, romanıyla, ama özellikle “Salâh Bey Tarihi” adı altında derlenen ciltlerinde İstanbul’u merkez alarak yazdığı tarihsel denemeleri ve “1001 Gece Denemeleri” başlığı altında toplanan edebi denemeleriyle tanıyoruz. Bugün elimizdeki kitap, 1960’lardan beri yazdığı denemeleri “1001 Gece Denemeleri” üstbaşlığı altında toplama fikrinin ortaya çıktığı yıllarda, 1985’te yayımladığı Bir Zavallı Sarı At. Kitap, o yıllardaki en son denemelerini derliyordu. Birsel, 14 cilde ulaşan bu seriye 1990’lara dek devam etti. Bir Zavallı Sarı At, projenin tam göbeğinde: Hem 14’lük serinin yedincisi hem de o yıllara kadar bağımsız kitaplar olarak yayımlanmış denemelerin daha büyük bir bütünün parçası olduğunun fark edildiği kavşakta, bu bütünlüğü kurmaya, haklı çıkarmaya “doğru” yazılmış bir kitap.

Bir Zavallı Sarı At, Salâh Birsel’in deneme üslubunu tanımak için en iyi başlangıç noktalarından biri olabilir. “Cigarayı Nasıl Bıraktım” başlıklı otobiyografik deneme, pek çok sigara tiryakisinin hayatının bir noktasında yüzleştiği bu zorlu meseleyi açıkça anlatan ufak bir karamizah başyapıtı. Kitap, Birsel’in ilgi alanının genişliğini belgeliyor (Charlie Parker, Cortázar, James Joyce, Henry Miller, Jack Kerouac, Osmanlı şairleri ve Fransız şairleri, Beşir Fuad’ın intiharı gibi konular iç içe geçiyor). Kitap boyunca temaların birbirini yansıtması, özellikle Plutarkhos’un Hayatlar’ının kitabı açan, kitabın sonunun yaklaştığını haber veren ve kitabı kapatan tema olarak kullanılması, kitabın genel bir bir planla yazılmış ve derlenmiş olduğunu ele veriyor: Beatles’ın “Sergeant Pepper”ı, Çaykovski’nin 4. Senfonisi, Pink Floyd’un başladığı motiflerle biten pek çok albümü varsa, Birsel’in de Bir Zavallı Sarı At’ı var.

Kitaptaki Charlie Parker’ın hayatını merkeze alan iki deneme, Türkçede caz sanatı üzerine yazılmış (ayrıca, yazarın bizzat müzisyen olmadığı) çok ender ve öncü metinler arasında bildiğim kadarıyla. Kitaba adını da veren ilk denemede, Plutarkhos’tan sanat uğruna hayat boyunca çabalama ve çile çekme temasıyla başlayıp buradan Charlie Parker’ın biyografisine nasıl geçtiğine dikkat edin — ve şunu da not edin: Birsel, kendisi de, 66 yaşında yazdığı bu denemeyi kapatırken denemelerinin bu teknik özelliklerine dikkat çekmek ihtiyacını hissetmiş, “kendimize poh poh çekmeye” el atmak zorunda kaldığını söylemeyi gerekli bulmuş: “Yoksa yine her vakitki gibi sesimizi çıkarmaz, eleştirmenlerin gelip bizi bulmasını beklerdik. Öylece de kurur kalırdık.” Bu denemenin sonlarına doğru, “Her sözcük (…) (k)imi zaman da kuyudur,” dedikten sonra gerçektüstü, şifreli bir dünyaya varan bir kuyu açmasını, bizi iki paragraf için başka bir boyuta geçirip geri getirmesini de gözden kaçırmayın.

Birsel’in denemelerini birer keyif nesnesi olarak okumak, bilmediğimiz ya da az çok haberdar olduğumuz konulardan ilginç anekdotların bir derlemesi olarak kabul etmek mümkün. Ama bunu yaparken şunu da hatırlamalıyız: Bu denemeler nasıl yazılıyordu, bu bilgiler nasıl derleniyordu? Bu soruları sorarsak, bu işin arkasında ne büyük bir okuma, not çıkarma, bu notları bir kurgu içinde biraraya getirme çabasının yattığını görebiliriz.


Birsel’in dile, dilin zenginliğine karşı sevgisini, heyecanını andım. Sanıyorum bizler artık bu kadar renkli bir dille yazmaya cesaret edemiyoruz: Yanlış yaptığımızın söyleneceğinden, anlaşılmamaktan, azarlanmaktan çekiniyoruz; böylece Türkçe yazı dilinin ortalaması da düzleşiyor, yavanlaşıyor (ve, bir yandan da, Birsel’lerin kuşağının gösterdiği özenden, ifade berraklığından uzaklaşıyor). Birsel ve yaşıtları böyle bir temel kurmuşken bizlerin bunu daha ileriye götürmeye, daha da zenginleştirmeye çabalıyor olmamız gerekirdi — tabii, bunu yapmak için, önce Birsel’i okumamız, nasıl yazdığını, ne yazdığını, niye yazdığını daha iyi anlamaya çalışmamız gerekiyor; çiftedikiş ve hristoteyelle.

 

 

 


 

Görsel: Ali Çetinkaya

 

 


 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.