Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çok uzaklara gitmenin romanı


Zayıf
Toplam oy: 827
Gerbrand Bakker
Metis Yayınları
Dolambaç, edebi gösterişten, bir hikayeyi güzel göstermek ve enteresan kılmak için sergilenen yazar çabasından uzak, tertemiz bir metin. Gereksiz diyalogları, gereksiz sahneleri yok.

Aklımı Gezi Parkı’ndan alıp, edebiyatın hülyalı alemine getirmenin her şeyden zor olduğu, bir kitabın başına oturup, kendimi sokaktan soyutlayarak kesintisiz okuma yapmanın imkansızlaştığı günlerde, bir kitap okumayı başardım. 19 günde 319 sayfa! Bazen Gezi’de ağaçların gölgesine yayılıp, bazen evde bir gözüm Twitter’da, bazen okuduğumu anlamayıp başa dönerek, bazen günlerce elimi süremeyerek… Bahsettiğim kitap Gerbrand Bakker’in Dolambaç’ı. Hayatın başka zamanına denk gelse daha iyi olurdu diyeceğim bu roman, yine de taşı gediğine koydu. Nasıl yaptı bilmem, bir yolunu buldu, yanımda taşınmaktan paralanmış kapağı, eğilip bükülmüş sayfaları ve “çok uzaklara gitmek” temalı hikayesiyle bol gazlı gündemime bir şekilde dahil oldu.

Şiirin sadece mısralarla yazılmadığını biliyorum, daha evvel defalarca ikna oldum buna. Bir film, misal Aşk Zamanı, ışıklar yanıp da yazılar akarken perdede “Film izlemedim de bir şiir okudum sanki,” dedirtebilir insana. Bir şarkı, Brazzaville’den “RatherStay At Home” belki, ya da bir araba yolculuğu esnasında camın dışında akan şey, şiirden başkası değildir. Bakker’ın Dolambaç’ı bittiğinde, buydu duygum. Kesintili okuma macerama ve kendimi kitaba layıkıyla veremeyişime rağmen, Bakker’in ilk kez tanıştığım cümleleri -ilk romanı Yukarıda Ses Yok’u ne yazık ki okumadım- bir roman yazma motivasyonuyla yan yana getirilmiş olsalar da, ziyadesiyle lirik bir tat bıraktı havsalamda. Bakker’ın şiirli dilinin yanı sıra, romanın içinde Emily Dickinson’ın dizelerinin dolaşması bu lirik atmosferin müsebbiplerinden biri. Bir diğeri de hikayenin Britanya’nın bugüne dek edebiyata şahane şekillerde çanak tutmuş, efsunlu taşrasında geçiyor olması sanki…

 

Dolambaç, Emilie’nin hikayesini anlatıyor. Adının Emilie olduğunu söylese de, gerçekte başka bir kadın Emilie. Amsterdam’da yaşayan, Agnes adında bir akademisyen. Bir yasak ilişkinin ardından Hollanda’daki hayatını -ve kocasını- geride bırakıp bir süreliğine Galler’in kuzeyinde, kimsesiz sahibesi ölmüş, uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında yer alan eski bir çiftlik evini kiralıyor Emilie. (Ah hepimizin rüyası!) Buraya gelişi bir şeylerden kaçmak, aslında bir nevi yok olmak olduğu kadar, şair Emily Dickinson üzerine yaptığı doktora tezini tamamlamak. Her şeyden uzakta, ziyadesiyle izole bu evde, iki ayını geçiriyor Emilie. Orada kaldığı Kasım ve Aralık ayları boyunca Galler’in bakir ve tüm güzelliğine rağmen tedirgin edici doğasında keşif yürüyüşleri yapıyor, etrafını sarmalayan doğayı seyrediyor, kokluyor, deneyimliyor. Bu süreçte bazen eskiye dönüyor, bazen Dickinson’un şiirleri vasıtasıyla kendi dünyası ile hayatının son 25 yılını eve kapanarak ve yazarak geçiren şairin dünyası arasında köprüler kuruyor, bazen de hiç tanışmadığı ama sıklıkla kokusunu duyduğu -ya da duyduğunu sandığı- evin eski sahibi Bayan Evans’ın hayatının izlerini sürüyor. Evle birlikte onun himayesine geçen kazların gün be gün azalması, bir porsuk tarafından ısırılması ancak buna kimseyi inandıramaması gibi “tuhaf” olaylar geliyor başına bu arada. Yoğun şekilde ağrı kesici kullanan Emilie, roman boyunca gerçek ile halüsinasyon arasında gidip geliyor sanki. Gittikçe kontrolünü yitirdiği, yer yer bir anomaliye de işaret eden yoğun bir içe dönüş yaşıyor.

Düğümleri yavaşça çözülen bir dolambaç

Bir yandan da bu hayat geçici olduğu halde, evin bahçesini derleyip toplamaya, güzelleştirmeye adıyor kendini. Ağaçları buduyor, otları biçiyor. Emilie’nin gözlerden ırak kurduğu yalnız hayat, bir gün 20’li yaşlarında Bradwen adında bir gencin gelmesiyle başka bir şeye evriliyor. Herkesten kaçan Emilie onu hayatına alıyor, onunla romantik olmasa da hassas bir ilişki kuruyor ve o ilişki üzerinden kendini didiklemeye devam ediyor. Beri yandan Emilie’nin geride bıraktığı kocası, kaçtığı yeri bir şekilde öğrenerek karısını bulmak üzere yola çıkıyor.  

Düğümü sayfa sayfa ilerledikçe çözülen Dolambaç, okura yolunu okudukça bulduran bir roman. Gerbrand Bakker, son ana kadar Emilie’nin yolculuğunun nasıl biteceğinden emin olamadığımız kitapta yol aldıkça verdiği ipuçlarıyla okurun hikayeyi kendi kendine tamamlamasına izin veriyor. Bazı soruların cevapları havada kalsa da, taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor. Kitapta olaylar gibi duygular da okura açıktan bildirilmiyor, bilakis ustalıkla gizliden sezdiriliyor. Bakker’in sade ama derin anlatımı, her ayrıntıyı dillendirmeden de, bir şeyler anlatılabileceğini ispatlıyor. Dolambaç sadece bu maharetiyle bile akılda kalmayı hak ediyor. 

 

Dolambaç’ın en güçlü kartlarından biri de, adanın şahsına münhasır doğasına ve atmosferine dair tasvirler. Bakker, Emilie’nin kendini kapadığı çiftlik evini ve onu çevreleyen doğayı en ince detayına kadar anlatıyor, zihinlere resmini çiziyor: Pütür pütür boz yosunla kaplı, dalları gevrek ağaçlar, evin yanında akan derenin şırıltısı, çatırdayan döşemeler, kahverengi otlaklarla çevrili patikalar, likenlerin kokusu, güneşte ısınan kayrak taşları, sisli tepeler… Bahsi geçen her detay, okuru beş duyusuyla birlikte romandaki ıssız doğaya, eski çiftlik evine ışınlıyor. Gerbrand Bakker’in asıl mesleğinin bahçıvanlık olması bize zaten birtakım ipuçları veriyor ama kendisi bir röportajında romandaki atmosferin sahiciliğini; Galler’de yaşayan bir arkadaşını her yıl ziyaret edişine, bölgeyi ve bölgenin insanını yakından tanıyor oluşuna bağlıyor.

Dolambaç, edebi gösterişten, bir hikayeyi güzel göstermek ve enteresan kılmak için sergilenen yazar çabasından uzak, tertemiz bir metin. Gereksiz diyalogları, gereksiz sahneleri yok. Her şey kıvamında ve dengede. Romanın okura bıraktığı düşünme ve tahayyül etme boşlukları, laf kalabalığından okuyamadığımız kitapların tersine, metnin su gibi akıp gitmesine olanak sağlıyor. Kapağını kapadığınızda sizi terk ediveren kitaplardan değil Dolambaç. Günler sonra kendinizi “Emilie’nin yerinde olsam ben ne yapardım?”diye düşünürken ya da bir sonraki yolculuk fırsatını Galler’de değerlendirmek üzere hayal kurarken bulmanız işten değil. Şimdi gideyim de, Gerbrand Bakker’ın ilk kitabı Yukarıda Ses Yok’u alayım ben. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.