Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Deli Bahtiyar


Gayet iyi
Toplam oy: 94
Kapıda durup bakıyorum. Küçük eski terazinin yanında, yüzü kapıya dönük, namaza durmuş. Gözleri beni seçer seçmez kapanıyor. Dudakları kıpır kıpır. Elimi sarı kurabiye destesine uzatınca mırmırları yükseliyor. Geri duruyorum. Gübre çuvallarından birinin üstüne çöküp etrafı kolaçan etmeye başlıyorum. Hemen yanımda asılmış, tozdan görünmeyen balon salkımını sallıyorum. Mırmırları homurtuya dönüyor. Çekiyorum elimi.

Akşam olmadan yola vuruyorum kendimi. Nineme duyurmadan, artık merek yerine kullandığımız kulübedeki torbayı çividen indiriyorum. Altı yumurta. Ceplerime indiriyorum dikkatlice. Yine kimseye görünmeden, evin yukarısından geniş bir yay çizerek bakkala doğru yollanıyorum. İçim içime sığmıyor. Kurduğum şeyi başarabilirsem karlı çıkacağım. Becerebilirsem, bakalım. Hem Selvi’yi göreceğim, hem Kut’un gözüne gireceğim, hem de bir cengaverlik başaracağım. Boyumdan büyük iş. Ama başka çarem yok. Daha doğrusu, fırsat bu fırsat. Bir daha ele geçmez. Keçi yolunun etrafındaki kuru gevenleri tekmeleye tekmeleye yürüyorum. Ellerim ceplerimin üstünde, Deli Bahtiyar dayının vereceği tepkiyi zihnimden tarta tarta yürüyorum.

Bakkalın önünde tepeleme iki tezek yığını. Bahtiyar dayı iki uzun tahtayı tepelerin üstüne yerleştirip oturak yapmış. Yün minderler atmış. Sırtını duvara vermiş, elinde boş zaman değirmeni bir ağırşak, yün eğirip kendi kendine konuşuyor. Ne konuştuğunu tam anlayamıyorum. Ağırşağı ikide bir ileri itip çeviriyor. Avucunun içinden çıkan yünler iple birlikte döne döne inceliyor ve ip olup uzuyor. Bitince yine tutup çeviriyor odun daireyi. Avareliği iyiye işaret. Amcamdan biliyorum. Elde ağırşak demek, sakinleşmek demek. Derin hayallere dalmak demek. Durup dinliyorum biraz. Keyfi yerinde değilse, hayatta olmaz. Tepesi attığı için dükkanı bayram günü milletin üstüne kilitleyip giden ters ihtiyar bu. Beklediğim gibi değil. Yün onu sakinleştirmemiş. Didişiyor. Duvara dönüp küfrediyor. Görünüşe göre ortalarda olmayan birine dil anlatmaya çalışıyor da öfkesini yün eğirerek durdurmaya çalışıyor sanki. Yalvarıyor. Sinire kesiyor. Zağar ağlaması gibi sesler çıkarıp susuyor. Sonra yeniden başlıyor saydırmaya. Göçüp giden ömürden, biten hayattan dem vuruyor. Bakkalı biraz uzaktan gören sırtın arkasında çömelip bu hayali kavganın sonunu beklemeye karar veriyorum. Sonunda sakinleşiyor Bahtiyar. Rüzgar bir ara fesini başından alacak gibi oluyor. Elini atıp yakalıyor. Fesi bu kez eline alıp silkeliyor, öbür eliyle vurup silkeliyor. Tekrar başına koyuyor. O arada yineliyor sözlerini. Duruluyor. Akşam rüzgarı tahta barakanın saçaklarına şöyle bir yüklenip geçiyor. Yoşa boyasıyla şöyle böyle kotarılmış Kıbrıs Bakkaliyesi yazılı tahta yerinde biteviye oynarken menteşelerinden tekdüze sesler çıkarıyor. Tabelanın hemen yanında, bir demir telle bağlayıp astığı sapsız kürek-kazma takımı duvarda sallanıp duruyor.
Çatıdaki küçük pencerenin naylonu şişip şişip inerken “Lap! Lap!” diye sesler çıkarıyor. Kalkıp kollarını dirseklerine kadar sıyırıyor ve elinde güğüm, içeri seğirtiyor ihtiyar. Abdest alacak. Fırsattan istifade, ben de kalkıp yanaşıyorum.
Kapıda durup bakıyorum. Küçük eski terazinin yanında, yüzü kapıya dönük, namaza durmuş. Gözleri beni seçer seçmez kapanıyor. Dudakları kıpır kıpır. Elimi sarı kurabiyeler destesine uzatınca mırmırları yükseliyor. Geri duruyorum. Gübre çuvallarından birinin üstüne çöküp etrafı kolaçan etmeye başlıyorum. Hemen yanımda asılmış, tozdan görünmeyen balon salkımını sallıyorum. Mırmırları homurtuya dönüyor. Çekiyorum elimi. Akşam güneşi duvardaki küçük tahta pencereden içeriye vuruyor. Köşelerden birini keskince aydınlatıyor. Geri kalan yerler karanlıkta. Çivi kasası, Nuh nebiden kalma gofret paketleri, şeker çuvalı, sakız paketi, yeşili siyaha dönmüş dört küçük karpuz, raflarda yünler, orlon tomarları, keskin ışığın üstüne düştüğü kara lastik yığını, sigara paketleri, bir tutam ağızlık, toz içinde bir büyük gazyağı şişesi, bir zamanlar rengârenk olduğu anlaşılan toz kaplamış naylon oyuncaklar, plastik toplar. Küçük küçük masanın üzerinde, Örenbayan yumaklarının arasında yarım bırakılmış bir çay. Bardağın içinde iki kara sinek vızıldıyor. Sineklerden biri kurtulup uçuyor. Diğeri çay kaşığının üstünde. Geri dönüp boynuzlarını titreterek aşağıya ilerliyor. Şekerli suya dokunup başını kaldırıyor. Boynuzlarını başının üstünde birbirine sürtüp yeniden eğiliyor. Bardağın hemen yanında birkaç kitap lime lime olmuş kitapların isimlerini sökmeye çalışıyorum.
“KA-ŞA-ĞI”
“YA-SİN”
“DU-A”
“MA-DAM- BO-VA...” -ötesini göremiyorum. Üstündekini
deniyorum.
“MIZ-RAK-LI-İL ...” -onu da tamamlayamıyorum.
Eski, sararmış bir gazete parçası asılıp kapatmış gerisini. Bir gün hepsini okuyacağım ama. Hatta benim olacaklar. Bahtiyar’ın torunu gibi. İçimden söz veriyorum. Gazeteler hızlandıracaklar beni. Tabi şu badireyi atlatabilirsem. Yasak kalkarsa yani. Hoş, gizli gizli okumaya devam ediyorum. Ama az. Çok az. Oradan buradan elime geçirebildiğim kadarıyla. Nasıl denir, piyasa kesat şimdilik. Kafamdan konuyu değiştirip iki adım atıyorum. Duvarda asılı öte beriye bakınıyorum. Top dolu file çuvalı dürtüp içinden bir tane almak için uğraşıyorum. Ellerim toz içinde kalıyor. Mırmırı yine yükseliyor. Bu kez tehditkar ve sabırsız. Namazı bozdu bozacak. Beklemeye karar verip olduğum yere çöküyorum. Sonunda bitiyor namazı. Kaçamak bir bakış atıyor bana. Gözleri yüzümden ceplerime, oradan da önüne iniyor. Tespihe. Dudakları yine kıpır kıpır. Artık daha rahat bakıyor bana. Bittiğini anlıyorum. Ama hâlâ konuşamaz, ninemden biliyorum. Yine de can atıyorum;
“Yumurta getirdim Bahtiyar dayı...”
Fısıltıları sese dönüşüyor;
“Sübanalla... Sübana... süba... s... s...” Aynı anda da başını sallıyor, onaylıyor memnuniyetle. Başındaki fes hafifçe yana kaykılmış, birkaç haftalık sakalı oraya buraya dağılmış, gözleri bir kuyunun dibindeymiş gibi bakıyor. Tespihin yeşil püskülü dönüp duruyor kemikli ellerinde.
“Altı tane yumurta Bahtiyar dayı...”
Başını hafifçe öne arkaya sallıyor, dudakları hâlâ kıpır kıpır, onaylıyor yine, yüzü aydınlanıyor. Onu böyle yakalamışken içimden gelen boşboğazlık isteğini bastıramıyorum; “Onları verip helva alacağım biraz...” Başıyla onaylıyor yine, dudakları kıpır kıpır.
“Ama bir kilo almam lazım?” Dudakları hala kıpır kıpır, bu kez kaşları hafif çatılıyor, başı iki yana sallanıyor. “Etmez mi o kadar?” Dudakları hâlâ kıpır kıpır, gözleri gözlerime dikili ve kaşları hüzünle çatılmış, uyuşuk bir katiyetle başı iki yana sallanıyor.
“Geri mi döneyim yani şimdi?” Biraz duralıyor, dudaklarını takıldıkları biteviye kıpırtıdan almadan öylece bakıyor şüpheyle. Yineliyorum;
“Geri mi götüreyim yani, kapıda bekleyeyim biraz Bahtiyar dayı, çok önemli..!” Gözleri hâlâ şüpheyle bana dikili, dudakları kıpır kıpır, başını hafifçe öne arkaya sallıyor. Paltoma sürtünmeden dikkatlice ayağa kalkıyorum. Kapıya çıkıp tahtanın üstünde oturuyorum. Güneş dağlardan attı atacak.
“Ulaa!” İrkilip içeri gidiyorum.
Sırtı bana dönük. Büyük koyun postunu ve uzun tespihini çiviye asıyor. Üstü öte beri dolu masasının arkasına geçip çoraplarını giymeye koyuluyor. Yenleri asılmış kalın kazağının kol uçlarını toparlıyor, eprimiş oduncu gömleğinin düğmelerini zorlukla ilikliyor. Ağzı hâlâ kıpır kıpır, fısıldayarak bir şeyler okuyor.
“Getur bakayim şunlari!”
Çıkarıp teker teker, dikkatlice önüne diziyorum. İkisi beyaz altı yumurta. Koynumdan manda kaymağını da çıkarıyorum. Teraziye atıyor. Tartı taşlarını atıyor. Bir kilo yedi yüz elli gram. Önce pazarlığı yukarıdan açmak için “İki kilo beton, bir paket de gofret” diyorum. Deli Bahtiyar’ın hayal kırıklığı o kadar büyük oluyor ki, esniyor. Uzun uzun. Salavat getirip konumuza dönüyor umutsuz gözlerle. Tartışmamız alevlenecek. Vazgeçiyorum. Bir kilo helva. Bu kadar. Sonra on altı tane daha yumurta getirmek şartıyla kabul ediyor. Kara kabuklu, kenarları eprimiş, neredeyse hamur olmuş o kocaman defteri çıkarıp masaya yıkıyor. Kalemi alıyor. Sayfaları açıp açıp serçe parmağını isimlerin üzerinden aşağıya doğru süzüyor, süzüyor. Buluyor sonunda babamın ismini. Kalabalık rakamların en altına, “16 yumurta” yazarken fazla dikkatten alt çenesi oynuyor. “Şap” diye kapatıyor defteri. Köşedeki naylonların içinden helva tekerleğini kucaklayıp pencerenin önüne, ışığa geliyor. Keserken ayrılan küçük bir parçayı ağzına atıyor. Yutkunuyorum. Kocaman bıçağın ucuyla bir parça da bana uzatıyor. Mideye indiriyorum.
“Mogof al...” diyor belirgin bir keyifle ağzını şapırdatarak, “...
bi dene da mogof al oynarsın...”
Ağzımdan “Kaat torba var mı?” çıkıyor.
Duymuyor. Geri dönüp yanıma geliyor. Gözüm görmüyor karanlıkta artık. Cam misketle dolu karton kutuyu burnuma tutuyor. Sarı, yeşil, mavi, kırmızı misketler. Cennetin bütün büyülü şeytanları bir arada! Maviyi seçip cebime koyuyorum. Sallıyor kutuyu. Bir tane de sarılardan alıyorum. Cesarete gelip bir de kese kağıdı torbası istiyorum. Biraz duralıyor. Sırtı dönük, hüzünle yakınıyor:
“Ula nedur senun habu keat torba sevdan bi anliyamadum ula ha!”
Ama yine de gevrek gevrek gülümsüyor. Desteden bir tane çekip geri dönmeden arkasına uzatıyor. O ara aklıma yine geliyor, diyalogun ne olduğunu, kötü bir şey olup olmadığını soruyorum. Maçtan aklımda kalan ve çözemediğim tek şey o. Geri dönüp çenesini karıştırıyor. Çıkaramıyor herhalde:
Niye sordun?”
Son maçta diyalog yüzünden bir adam kaybettiğimizi, kırmızı kart görüp sahadan dışarı atıldığını, herkesin çok üzüldüğünü anlatıyorum. Çenesini biraz daha kaşıyor. Çözemiyor, olmuyor. O taraklarda bezi de yok, maçlardan da hazzetmiyor zaten. Gözleri artık sönmüş ışıkta belli belirsiz kıpırdanıyor.
“Bilemedum ki ula nedur bu dinalog... Bizum uşağa sor kitap defter işlerine meraklidur o...”
İşin uzamasından korkuyorum. Kese kağıdı katlayıp koynuma indiriyorum. Paketi de paltomun altına, sol koltuğuma sıkıştırıp yollanıyorum. Karanlık bastırmış bile. Gök yıldıza boğulmuş. İçlerinden yalnız bir tanesi tanıdık. Her gece Karabuğra tepelerinin üstünde beliren ve her defasında yeni yıkanmış gibi çıkagelen, parlak Çoban yıldızı. O büyülü tek başınalığıyla duruyor yine orada. Yayla akşamı yeniden o uykulu sessizliğin, Deli Bahtiyar’ın köhnemiş terazisinin dengesi gibi bir şeyin içinde yeniden. Aklım koltuğumun altında. Midem kazınıyor. Ama dokunamam. Yolda bir ara kenara çöküp paketi şöyle bir çıkarıyorum. Ağzım salya dolu, yağlı kağıtları ayırıyorum gövdeden. Selvi o anda beliriveriyor zihnimde. Midem yanıyor bu defa. Hayır. Benim için din gibi bir şey bu helva. Dokunamam ona; kaldı ki yemek! Akşam rüzgârını yüzümde duya duya, yaylanın seslerini dinleye dinleye, ağzımda dibine kadar hak edilmiş bir ıslık, patikadan eve doğru yollanıyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.