Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dil sadece bir et parçası değildir


Gayet iyi
Toplam oy: 690
Lisan-ı münasipten bıkmış okurlar, Hiç Anadolu Piç Amerika'yı okurken genç kuşak yazarların nefes alma odalarından birine konuk olacaklar.

İhtiyarların "lisan-ı münasip" dediği, uygun bir dille anlatma illeti edebiyatın omurgasına çökmüş, çökmek ne kelime, bildiğin belini kırmış ve neredeyse yazının icadından beri halkı halktan korumak için devlet süspansiyonuyla steril, ana sütü gibi faydalı ve uyku getirici, terbiye sınırlarına çekilmiş bir forma sokmuştur. Her ülkenin en az bir resmi dili olabilir elbette, ancak sokaktaki insanın dilindeki zemberek öyle üç beş cıvatayla sıkıştırılacak bir mekanizma içermez. Çünkü dil bir kayış kompleksidir ve kayışın gevşediği yerde dizginler kopar, edebiyatın yolu rotadan çıkıp mana kazanır. Halkın meşgul olduğu meselelere yaklaşımıyla devletin meşhur olduğu meselelerdeki tutumu müşterek zeminde aynı halaya katılmaz. Halk başka mecrada oynar, devlet başka mecrada. Ritimleri tutmaz, beden dilleri de uyuşmaz, birinin kalktığı anda öbürü oturur, birinin gak dediğine öteki guk demeyi uygun bulur. Uyumsuz çifttir halk ile devlet – hani kısa adamla uzun kadın, güzel kadınla çirkin adam ilişkisi gibi bir şey.

 

 

Devletlerin dil kurumları geceli gündüzlü çalışıp kelime üretmeye meyillidir. Yabancı kelimelerin yerine kullanılabilecek yeni ve “bizden” kelime icatları yaparlarken meyvenin çekirdeğini es geçerler. Her “yerli malı” tutmaz. Devşirme kelimelere öz kazandırma, millileştirme mücadelesi bir yanıyla doğruysa da, zaten var olanı, birilerinin adlandırdığı nesneleri, durumları dilde içselleştirme seansları bir politik harekettir. Oysa sokaktaki yeni varoluşlara, yeni nesnelleşmelere ad bulmak akıllarının ucundan geçmez bu kurumların. Bu işin uzmanları mizahı kullanma becerisi yüksek edebiyatçılardır. Argoyu, jargonu onlar besler, büyütürler. Kelimelerin doğumundaki sosyolojik saptamaları onlar yapar. Kah karikatüristlerdir bunlar, kah dilinin kemiği olmayan denemeciler, nesirciler. Şairler böylesi kelime simyasından pek anlamazlar (“sözcük”ü dilimize kazandıran Melih Cevdet Anday’ı burada ayırarak analım). “Maganda, zonta, entel” gibi karikatürist icatlarının yanına toplumsal boşalmalarda grafitiler ve duvar yazıları eşlik ederken Salâh Birsel tarzı üslup duayenleri “uydurma”yı sihre bulaştırırlar.

 

Bu dil, sahicidir. Falanca tarzda döşenmiş, filanca tarzda bir yaşama biçiminin benimsendiği bir eve konuk gittiğinizde nasıl oturacağınızı, elinizi nereye koyacağınızı kestiremez, bir hata yapmaktan/bir pot kırmaktan çekinir ve oradan hemen ayrılmak istersiniz ya edebiyatta lisan-ı münasip aynen bu kaygı halini, yapaylığı, “eşit mesafede durma”nın fırıldaklığını süsler, pohpohlar. Üstüne bir de kremasını koyar ki, bu kremaya “metinler arası disiplin” denir. Bununla birlikte konuk gittiğiniz evde şöyle rahatça oturacağınız bir köşe, yanlışlıkla bir şey döktüğünüzde, “Sorun değil,” diyen bir ev sahibi varsa huzura kavuşur, o eve eklenir, o evde sil baştan kendinizi bulursunuz. Orada sizin de kullandığınız dil konuşulmakta, ancak basitleşmeden kıvam kazanmaktadır. O kıvam, asla ağdalaşmadan ya da cılka dönüşmeden size hitap eder. Yeraltı dilinin hipnozunun sırrı işte. Konuşur gibi yazmanın maharetine inananlar, bu alanda ustalaşanlar lisan-ı münasipten köşe bucak kaçacaklardır.

 

Lisan-ı münasipten uzak durmanın faydalarını çok önceden öğrenen bir yazar Aytaç Ars. Son romanı Hiç Anadolu Piç Amerika’nın daha ilk cümlelerinde söyleyeceğini doğrudan söylemeyi seçmiş, dobra biriyle karşılaşıyorsunuz. Hangi anlam hangi kelimeye muhtaçsa, hangi eylem hangi fiilin sorumluluğu altındaysa sözünü, anlatacaklarını öyle biçimlendiriyor Ars. Her şeyin simgeleştiği, adların arkasında kaybolan sıfatların yok sayıldığı, hızlı ve gereksiz bir hayatın bize dayattığı klişeler zaman içersinde ne kadar yerel veya küreseldir; yereli kim oluşturur – küreselin mal sahibi hangi sistemin adamlarıdır?

 

Dille birlikte ifadelerin de lisan-ı münasip kalıbına sokularak benzerleştirilmesi, farklılıkların yalnızca yaşam standardı seviyesinde önemsenmesi, şekilciliğin algılanmadan ezberlenmesi dışarıdan gözlemleyen için trajik olduğu kadar da ironik.

 

İnsan komik duruma düşmek için mi yaşar? Yahut, komik duruma düşmek için mi yaşamalıdır?

 

Aytaç Ars, postmodern bir üslupla her türlü insanı, olayı, algıyı üst üste koyuyor ve bu karmaşanın “insanlık tarihi” diye belgeleniyor olması ile “mecburen” dalga geçiyor. Lisan-ı münasipten bıkmış okurlar, Hiç Anadolu Piç Amerika’yı okurken genç kuşak yazarların nefes alma odalarından birine konuk olacaklar. Korkmayın, bu ev –bu oda– “Sorun değil” deyip gülümseyen ev sahiplerinden birine ait.

 

 


 

* Görsel: Kaan Bağcı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.