Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Doğa, Batı'ya karşı


Gayet iyi
Toplam oy: 810
Dave Eggers
Siren Yayınları
Alan'ın ensesinde bir tümör, tümörün içinde göçmenlikten askerliğe, işçilikten sendikacılığa, sonunda da satacak bir şeyi kalmamış bir satıcılığa sürüklenmiş bir Amerikan erkeklik geleneği var. Roman, aslında bu tümörden kurtuluş yolculuğu.

“Satıcı” arketipi, yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatında erkekliğin, orta yaşın, orta sınıf kapitalizminin, Amerikan rüyasının hüznünü ve vasatlığını sırtında taşır. Arthur Miller’ın oyunu Satıcının Ölümü’ndeki Willy Loman, John Updike’ın tavşan romanlarındaki Harry Angstrom ve Sinclair Lewis’in Babbit’i unutulmuz portrelerdir. Dave Eggers, Kral İçin Hologram’da acındırarak, alay ederek, başarılı olsun diye tezahürat yapmadan, hatta içine düşsün diye tuzaklar kazarak “satıcı” kanonuna yeni bir kahraman ekliyor: Ne zaman geleceği belli olmayan bir kralı, hologram teknolojisi satmak için çölde bir çadırın içinde günlerce beklemek son çaresi olan orta yaşlı Alan Clay. 

 

Alan’ın ensesinde bir tümör var. Otel odasında bir sarhoş gecede kendi kendisine kesmeye kalkışacağı kadar gerçek Alan için. Okur içinse tümörün içinde Alan’ın Suudi Arabistan’a geldiğinde ardında bıraktığı bir sürü borç, bitmiş bir evlilik, satılığa çıkarılmış bir ev, kızının ödenmemiş üniversite ücreti var. Aynı zamanda göçmenlikten askerliğe, işçilikten sendikacılığa, sonunda da satacak bir şeyi kalmamış bir satıcılığa sürüklenmiş bir Amerikan erkeklik geleneği var. Çin’in ucuz üretim rekabeti karşısında üstünlüğünü yitirmiş, endüstrileşme sonunda doğayla kurduğu bağı unutmuş, iğdiş edilmiş bir ABD de tümörün içinde. Roman, aslında Alan’ın bu tümörden kurtuluş yolculuğu. Ama Dave Eggers, olayları bir “kaybeden” hikayesi olarak anlatıyor. Bu zıtlıktan beklenmedik bir gerçekçilik ortaya çıkıyor. 

 

Bekleten Godot

 

Dave Eggers, neoliberalizm tarafından işgal edilmiş, üzerine tanıdık koloniler kurulmuş bir gezegen gibi görüyor Suudi Arabistan’ı. Klimalı otelin kimliksiz anonimliğinden Kral Abdullah’ın çölün ortasında inşa ettirdiği idealize edilmiş modern ve özgür şehir projesine uzanan bir koloni. Kimine göre distopya, kimine göre çılgın projelerle inşallah kurulacak yeni dünya olan manzaralardan. Batı tarzı cilalanmış görüntünün içinde de, geleneksel örtülerin altında da Suudi kurallarını olduğu kadar kapitalizm kurallarını da işine geldiği gibi eğip büken bir kurnazlık hâkim. 

 

Bir zamanların kapitalizminin en güçlü adamı, kapı kapı dolaşan, istediği eve kendisini kabul ettiren “Amerikalı Satıcı” bu kurnazlık karşısında etkisiz. Alan ve iş arkadaşlarını, hologram teknolojisi satmak için ne zaman geleceği belli olmayan kralı beklerlerken bir çadıra tıkıyor Eggers. Böylece, çok sık kullanılsa da girdiği her metni zenginleştiren bir “Godot’yu beklemek” senaryosu kuruyor. Alan, bütün Dave Eggers edebiyatındaki karakterler gibi belli bir toplumsal grubun, içgörülerinin, karakteristik özelliklerinin tek kişide birleştirilmiş hali. Bu nedenle Godot analojisi olan bekleme eylemi, bireysel edilgen bir varoluş sıkıntısından çok, bir sınıfın neredeyse tedavülden kaldırılışına karşı son direniş. Alan ile birlikte çalışan gençler için internet olduğu sürece, Godot kimdi? Kral Abdullah’ın kişileştirdiği “Bekleten Godot” ise, kuralları satıcının değil, alıcının koyduğu düzenin petrol doları zengini baş patriarkası. Godot’yu edebiyattan çıkarıp kurnaz, iş bitirici bir taktiğe çevirmesine seyirci kalmaktan başka çare yok. 

 

Transandantalist aydınlanma

 

İnşaat halindeki mega şehir projesi henüz üzerinde kurulacağı doğayı tamamen bir beton Batı görünümüne çevirmemiş. Alan, kıyıdan Kızıldeniz’e ayaklarını sokabiliyor, rüzgarın uçurduğu kum tanelerinin tekrardan çöle geri süpürüldüğünü görüyor, çöle kazılmış bir temel çukurunun içinde volta atarken, en modern binanın içinde hissettiğinden daha kendisi gibi hissediyor. Yusuf’la şehrin dışına gittiği gezide, çorak yamaçların arasında, rüzgarın ve susuzluğun, insan elinin doğayı değiştirmesine pek izin vermediğini görmek hoşuna gidiyor. Silahla atış denemesi yapmak, duvar örmek, hatta kurt avına çıkmak Hemingwayvari bir erkekliğe geri dönüş Alan için. Evet doğada da her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor ama yenildikçe hayatta kalma dürtüsü artıyor. Onu ezen, doğadaki iradesini ve iktidarını elinden alan, başarısızlıklarının ve yenilgilerinin kaynağı ile -adını modernite, kapitalizm, endüstriyel devrim koyabiliriz- bütün bağlarını koparabilecek bir aydınlanma yaşıyor.

 

Dave Eggers’ın romanın ilk sayfalarına, Alan’ın Boston’daki komşusu -kafayı Amerikan transandantalizmine takmış- Charlie’nin donmuş bir gölde intihar etmesi anekdotunu yerleştirmesi Alan’ın yaşayacağı aydınlanmanın bir kehaneti. 19. yüzyılda Boston’da ortaya çıkan transandantal düşünce, materyalist tüketim toplumunun insanı yozlaştırdığını ve bağımlı hale getirdiğini savunur. İnsan, en mükemmel haline doğada kendi kendisine yetecek bir şekilde yaşarsa ulaşabilir. Henry David Thoreau’nun 1854’te yazdığı, yazarın Walden gölü kenarında bir kulübede kendine yeterek geçirdiği yaklaşık iki yıllık bir sosyal deneyi anlatan Walden: Ormanda Yaşam, Amerikan transandantalizminin manifestosu gibidir. Eggers’ın romanın sonuna doğru seçtiği anekdot, Alan’ın çocukken babasıyla gittiği bir doğa gezisinde, çadırları olmadığı halde geceyi geçirecek bir çözüm bulmaları ve hayatta kalmalarına dair. 

 

İkinci okuma

 

Kral İçin Hologram ilk yayımlandığında İngilizcesini okumuştum. Bu yazı için çevirisini okuduğumda, ilk okumada göz ardı ettiğim, ama Eggers’ın metne bilinçli yerleştirdiğini düşündüğüm bazı ayrıntıların izini sürüp romanın finalinde ilk okumada hiç hissetmediğim bir iyimserlik buldum. 

 

Anlamı “bağımlılık, güven” içeren Reliant adlı şirketi artık yoktur arkasında Alan’ın. Ama artık tümörü de yoktur. Ya kendi kendi kendisine yetecek, transandantalist bir “self-reliant” olarak hayatta kalacak ya da komşusu Charlie gibi önünde duran Kızıldeniz’e bir daha çıkmamak üzere girecektir.

 


 

* Görsel: Furkan Nuka Birgün

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.