Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dokuz yılda bir, son cumartesi


Şahane
Toplam oy: 361
David Mitchell // Çev. Sıla Okur
Doğan Kitap
Mekanı bu denli başarılı tasvir edip okura hissettirdiği için, Slade Köşkü'ne başlayıp da onu yarım bırakmak imkansız gibi.

Mükemmel, eşsiz bir elbise de giyseniz, eteğinizde bir şeyler eksik kalır. Söylediğiniz şarkı, çektiğiniz film, dünyaları da büyülese; camlarınız kırık, cümleleriniz eksik. Bir yanınız güneş, öbür yanınız yırtılmaya hazır kâğıt. Yüzünüz ışıklar da saçsa, bakışınızın bir yeri sonsuza dek gölge. Başarılarınız bir köşesinden yırtık, oyunlarınız durgun. Hesaplarınızda paralar nehir gibi de aksa, o eksiklik yürüyüşünüzün bir yerinde. Raflarınız hiçbir olasılıkla tam değil, masalarınız her an sallanmaya müsait. Duruşunuz istediğinizden fazla dik de olsa, gözlerinizde ağırlığı.


Bu cümleler sadece babasız erkek çocukları için. Üstelik durum gayet evrensel. Durağan plan sekanslarıyla tanınan Yunan yönetmen Theo Angelopoulos, filmlerinde Avrupa’daki göçmen sorununu veya Yunan siyasi tarihini de anlatsa, aslında filmlerin altından başka bir su daha akar: Baba eksikliği. Angelopoulos küçücük bir çocukken bir imge olarak zor hatırlayabildiği babasını yıllarca sinema salonlarında film karakterlerine ve elbette izleyicilerine aratır. Filmlerinin yırtılmaya yüz tuttuğu noktadır burası.

“İkizler” ve “aynalar”…

 

Annesi Belçikalı, babası Ruandalı, genç şarkıcı Stromae ise, herkesi dans etmeye çağırdığı, kendisini meşhur eden şarkısını (Alors on Danse, 2010) söylerken de sesinin tonunda, renginde farklı bir şeyler vardı. Ki nihayet 2012 yazında tüm Avrupa’da ve dünyada bol bol çalınan ve klibi izlenen hit şarkısında o çatlağı tamamıyla ortaya serdi: Papaoutai (Baba neredesin). 50li yılların atmosferiyle kurulmuş klibinde de küçük bir erkek çocuk babasını arıyor: Stromae’nın ve aslında dünya çapında binlerce çocuğun kendi çocukluklarının yeniden çevrimi gibi bir nevi. Stromae’nın babası 1994 yılında Ruanda’da gerçekleşen korkunç soykırımda öldürülmüş; Stromae, 1985 doğumlu.


Elektronik tınılı hareketli bir şarkı ya da neşeli bir sanat filminden de söz etsek, mevzu Yunanca ya da Fransızca; her dilde aynı. Babası yoksa bir erkek çocuğun, o çocuk bir gün büyüdüğünde kendi çocuklarının babası olduğunda bile o eksiklik yine orada, ortada, gitmiyor. Eksik baba o çocuğun kalbinde, bakışında, bir cümlesinde, yürüyüşünde saklı kalıyor. David Mitchell’in yeni romanı Slade Köşkü, görünürde dokuz yılda bir (1979 yılından başlayarak 2015 yılının Cadılar Bayramı’na dek) Ekim ayının son Cumartesi günlerinde ilginç bir gizemin peşine düşüyor ancak bir de romanın altında yatan başka mevzular var. Bu türün (psikolojik gerilim) pek çok romanı veya filminde olduğu üzere, yine karakterlerimizin babaları yok. Bir karakterin babası ölmüş, bir diğerinin babası Rodezya (şimdi Zimbabve), Afrika’da. Bir tür eksik aile kompleksi, alttan alta roman boyunca karakterlerimizin peşini bırakmazken, sanki tüm bu olup bitenler ailede babanın, yetişkin bir erkeğin eksikliği sebebiyle gerçekleşiyor gibi görünüyor. Oysaki aile “tam” olsa, “kurtarıcı” babamız evdeki rahat koltuğunda sessizce gazetesini okuyup kahvesini bile içse, bu gerilim yüklü olayların hiçbiri gerçekleşmeyecekti. Ve elbette türün alametifarikalarından “ikizler” ve “aynalar” Slade Köşkü’nde de mevcut.  


Romanın ilerleyişi esnasında hayal ve gerçeklerin iç içe geçişi, gerçek olaylardan, bilinçdışımızın bize oynadığı oyunlara geçişimiz, fena halde video oyunu The Evil Within’i (2014) andırıyor. Dedektif Sebastian Castellanos’un yaşadığı “gerçek” dünya ile mücadelesini işleyen oyunda, yaşadığımız pek çok maceranın aslında dedektifin bilinçdışı oyunları olduğunu sonradan fark ediyorduk. Bölüm sonu canavarlarını, her yeni bölümün başlangıcında sunması ve hakikaten yaratıcılıkları ile şaşırtan binbir çeşit, insan-hayvan karışımı yaratığı ile kendi türüne yeni bir nefes getirebilen oyunun akışını Slade Köşkü’nü okurken hatırlamamak mümkün değil.

 

Arkadaşlar ve düşmanlar bulaşıcıdır…

 

David Mitchell’in yeni romanında okuru The Orb’un "Little Fluffy Clouds"undan (1991), Massive Attack’in "Safe From Harm"ına (1991) ilginç bir şarkı listesi de bekliyor. Kim bilir belki de Slade Köşkü’nü en doğru tarif edecek ifadeler Massive Attack’in bu sıkı şarkısının sözlerinde yatıyordur: “Bize neyin tehlikeli olduğunu söyle / arkadaşlar ve düşmanlar bulaşıcıdır / ve sisteminize bir virüs gibi yayıldılar …  ” Ana oğul sakinleştirici Valium içen roman karakterimize ve esasen bilinçdışına gerçekten zarar veren, tüm ruhuna bulaşıp yayılan ve tehlike yaratan kim? Bir yandan kasları gevşeten bu ilacın hafıza zayıflatıcı etkilerinin de olduğunu unutmamak lazım.


Uzun koridorlar eşliğinde ilerleyen bu ürkütücü romanda ginkgo yapraklarından bir Afrika haritası yapmak, hangi sömürge geçmişini geri getirebilir? David Mitchell, romanında mekânı tüm ayrıntılarıyla okurun zihnine yerleştirdikten sonra yaşanan diğer gelişmelere çeviriyor bakışını; her yer değiştirmemizde önce bütün bağlamlarıyla mekâna hâkim oluyoruz, sonra karakterlerin yaşadıkları, konuştukları, kendi aralarındaki muhtelif ilişkiler geliyor. Mekânı bu denli başarılı tasvir edip okura hissettirdiği için de Slade Köşkü’ne başlayıp yarım bırakmak imkânsız gibi.    


Mitchell’in (1969 doğumlu) bir diğer başarısı da, karakterlerine yazdığı diyaloglardan geliyor. Baba eksikliğini her rüyasında, her adımında duyumsayan bir erkek çocuğa yazdığı diyaloglarda ne kadar başarılıysa, orta yaşlarının eşiğinde dul bir kadının ruhunu da kelimelere aynı maharetle döküyor. İki defa Booker finalisti olan yazarın, Hayalet Yazılar, 9. Rüya, Bulut Atlası, Siyah Kuğu Parkı, Jacob de Zoet’in Bin Sonbaharı ve Kemik Saatler isimli romanları da Slade Köşkü’nü sevenler için sırasını bekliyor.


Hayatınızda kaleler de yükseltseniz, bir biçimde o kalenin kumdan olduğunu hatırlatıyor bir şeyler size. Bir ses tonu, bir ara renk, bir tuğla. Siz ne kadar inkâr etseniz de, inşaatın bir yeri eksik kalıyor. İki film, üç şarkı kendinizi tutsanız da, bir sonrakinde tüm ağırlığıyla kâğıda düşüyor, filme siniyor ya da şarkılarınıza. Çocukluğunuz nasıl ömrünüz boyunca peşinizi bırakmıyorsa, babanın eksik olduğu bir çocukluk da, tüm olgunluğu, ağırbaşlılığı, yoğunluğuyla bedeninizin, zihninizin bir yerinde duruyor. Hiçbir yere de gitmiyor.

 

 


 

Görsel: Sercan Tunalı

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.