Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dünden bugüne ne değişti?


Zayıf
Toplam oy: 834
John Wyndham // Çev. Niran Elçi
DeliDolu
Krizalitler, 1950'lerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek görmemize yol açsa da, bize içimizdeki özü hatırlatan, umut dolu bir yapıt aynı zamanda.

Fantastik kurgu ve bilimkurgu gibi gerçeklik dışı türleri “prestijli” görmeyen, gerçeklikten bahsetmeyen metinlerin “boş iş” olduğunu düşünüp, bunları okumayı “vakit kaybı” olarak nitelendiren “yüksek” edebiyat tutkunu insanları bilirsiniz. Oysa yazarın okuru, yarattığı karaktere, olaya, mekana, zamana ikna edebildiği, anlattığı olaya bir şekilde inandırabildiği oranda iyi bir eser ortaya koyduğu düşünülürse, gerçek ötesi anlatılar üretmenin esasında daha zorlayıcı olduğuna ve bilimkurgu veya fantezi yazarlarının aslında daha prestijli olması gerektiğine dair bir iddia ortaya konulabilir. Bu yazının sebebi Krizalitler de başka bir bağlamda, bir türü diğerinden üstün görme konusunu odağa alan bir eser işte. 1955’te İngiltere’de yayımlanan, daha evvel Türkçede Yankı Yayınları aracılığıyla basılan kitabın bugün yeniden gündeme gelmesinin sebebiyse Delidolu’nun Niran Elçi çevirisiyle onu yeniden yayımlamış olması.

 

Krizalitler, arı bir ırkın tahakkümü ve tüm diğer sapkın türlerin dışlanmasıyla ürkütücü bir distopyanın atmosferini oluşturuyor. 

 

 

Krizalitler, ırkçılığın yıkıcı etkisiyle şekillenen 1950’ler dünyasının bir ürünü olarak farklılıklara tahammülsüzlüğü merkeze alan bir yapıt. Ana karakter David’in çocukluğunun ve gençliğinin aktarıldığı yapıtın daha ilk bölümünde, altı parmaklı Sophie’nin normal-dışı varlığına ve bu normallik dışı durumun yaratacağı muhtemel tehlikeye vurgu yapılıyor. Anlatı, yoğun bir Hıristiyanlık inancının hüküm sürdüğü ortamda, arı bir ırkın tahakkümü ve tüm diğer sapkın türlerin dışlanmasıyla ürkütücü bir distopyanın atmosferini oluşturuyor. Bunun ötesinde, özellikle tahammülsüzlük, itaat, boyun eğme, özgürlük, eşitlik kavramlarını yeniden ve yeniden sorgulatıyor. Kitabın çocukların gözünden aktarılması ise, hakiki saflık ve masumiyeti gözler önüne seriyor. David ile kızkardeşi Petra arasında geçen bir diyalogda, Petra’nın sorduğu “Neden bizden korksunlar ki? Biz onlara zarar vermiyoruz,” sorusuna karşıt duran zalimlik ve fakat Petra’nın inatla –ama samimiyetle- “Neden olduğunu anlamıyorum,” şeklinde diretmesi, katilin, tecavüzcünün, zalim politikacının veya faşistin bir zamanlar masum bir çocuk olduğunun hatırlatıcısı gibi... 

 

Dine, varoluşa, bireysel farklılıklara, toplum olmaya, topluma ait hissetmeye, kanuna, cezaya, işkenceye, düzene, hatta aşka, diyaloga, insanların derinine nüfuz etmeye, insanın kendisinden başkasına ne kadar açılabileceğine dair; belli bir grubun diğerini nasıl öteki kıldığına, herkesin ancak kendi durduğu yerden ve pek tabii taraflı olarak her şeyi algılayıp yorumlayabilmesine dair; geçmişi ve günümüzü yoğun eleştirilere tabi tutan ve insanlığımızı, insan olmayı, yaşamayı, değişimi, başka dünyaları sorgulayan muazzam bir kitap bu! 1950’lerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek görmemize yol açsa da, bize içimizdeki özü hatırlatan, umut dolu bir yapıt aynı zamanda. Tekrar yayımlanmış ve erişilebilir olması, Türkiye yazını adına büyük bir nimet sayılabilir.

 

 

 


 

 

* Görsel: Mert Tugen

 

* DeliDolu'nun Krizalitler için hazırladığı internet sitesine ulaşmak için tıklayınız.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.