Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dünyada bir Meksikalı Olarak İkamet etmek!


Şahane
Toplam oy: 175
Yalnızlık Dolambacı, Octavio Paz’ın dokuz cesaretli denemesinden müteşekkil, Meksika hakkında, daha doğru ifadeyle Meksikalı olmak hakkında bir kitap. Toplumsal belleğin derinlemesine bir izdüşümüdür aynı zamanda bu.

“Ey tutkun gönül, derdini kendine sakla” Meksika Halk Şarkısı

 

Sabah gazetesinin hediye olarak verdiği Nobel Ödüllü Yazarlar serisini hatırlayanlar bilir; iyi kitaplarla karşılaşmanın o dönem için bundan daha güzel bir yolu yoktu. Beyaz zemin üzerine kötü bir Nobel madalyasının resmedildiği soğuk kapakları pek davetkâr olmasa da, ilk gençlikte elimize geçen eşsiz hazinelerdi bunlar. Soğuk kapak demişken, Osman Konuk’un “çok cehennem, üç saray, yedikule ve can yayınları berbat ciltler” dediği o yer de mühim. Octavio Paz’ın Yalnızlık Dolambacı, bahse konu bu serideki -hiç tartışmasız- en cazibeli isme sahip eserdi. Böylelikle kalbimi çaldı. İçimdeki dolambaca yaren aradığım zamanlar... Beklediğim gibi, tür olarak bir roman değildi, denemelerden oluşan bir toplam, dokuz uzun anlatı. Meksika hakkında, daha doğru ifadeyle “Meksikalı olmak” hakkında çok sıkı tahlillerden oluşuyordu. Paz’ın Meksikalı bir ozan olarak hakkını verdiği yazılardı bunlar. Uzun yıllar geçti üstünden, Paz kansere yenildi, yalnızlık dolambacı hiç bitmedi. Melih Cevdet Anday’ın şu satırlarıyla başlayabiliriz; “Octavio Paz’ın şiirine varmak için, anlamak için demiyorum; çünkü şiirin anlayacak bir yanı yoktur, çifte anahtar kullanmak gerekir kanısındayım, ama bu anahtar bize hiçbir kapıyı açmayacaktır. Çünkü onun şiiri demektir bu çifte anahtar… Düşle gerçek… Nesneyle söz… Bilgiyle büyü… İmgeyle düz söz… Entelektüel bir ozandır Octavio Paz. Onun şiirine ancak onun imge dünyasına vararak girebilirsiniz. Bu dünya ne bir süs dünyasıdır ne de istenerek kapalı kılınmıştır. Neyse odur o.” Octavia Paz, şair kimliği baskın bir entelektüel. Anday’ın bahsettiği ikilik, kaleminin zenginliğiyle zihninin koridorlarındaki kışkırtıcı berraklığı da imliyor aslında. Gerçeğe hiçbir zaman sırtını dönmemiştir Paz. Düşlerin peşinde bir şair olduğu zamanlar da buna dâhil.

 

Sesini arayan bir tarihsel kimlik

 

Octavio Paz, içe dönük haliyle Meksikalı bir yazar, dış dünyaya açık kimliğiyle temsil gücü yüksek bir diplomat. Şairliğini, bu iki hali birleştirmenin bir yolu olarak kullanıyordu belki de. Aidiyetinin temellerini sorgulayan ve ruh köklerine kadar inip bu kimliği tahlil etme cesareti gösteren bir entelektüel olarak, son tahlilde İspanyol ve yerli kanı taşıyan bir mestizo (melez) idi. Savaşmayı denemiş, hayatı boyunca mücadele cephesini tahkim ederek yürümüştür. Albert Camus’nün, “İspanya’da savaşan gönüllüler, bu savaşın anılarını yüreklerinde kötü bir yara gibi taşımışlardı. Çünkü insan haklı olduğu halde yenilebileceğini, zorbalığın gayrete boyun eğdireceğini, kimi zaman cesaretin mükâfatının olmadığını İspanya’da öğrenmiştir” sözleriyle andığı İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçilerin saflarında yer almış, savaş sonrasında kırılmış umutlarıyla başka bir dünyaya doğru yelken açmayı seçmiştir.

 

Düşsel bir evrende, yine yalnızca gerçeğin peşinde. Yalnızlık Dolambacı, bu bağlamda savaş sonrası yayımladığı ilk büyük eseri sayılır. Meksika’ya, Meksika fikrine, Meksikalı olmaya ve dahi ulusal kimliğin karakteristiğine doğru uzanan sarp bir yolda yürümeyi seçmiştir Paz. Eleştirel bir hayal gücüyle birlikte, ozanca bir sesleniş ve incelikli bir anlatım, bu kitabın ruhuna kapı aralarken kullanılan zihinsel enstrümanlardır. Yalnızlık Dolambacı bu yönüyle, salt sosyolojik bir tahlil veya kültürel bir kazı çalışmasından ibaret bir toplamı değil, sesini bulmaya çalışan tarihsel bir kimliği de resmeder. Yazarın yüceltme yazılarını değil anlama çabasını içeren bir eser bu. Sözgelimi şu cümleyi de söylemekten çekinmez mesela; “Meksikalı ne kendisi olmak ister, ne de kendisi olacak kadar yüreklidir.”

 

“Ey Meksika’m! Suskunluğum benim!”


Bozkurt Güvenç’in insanı yormayan çevirisiyle Yalnızlık Dolambacı, Paz’ın dokuz cesaretli denemesinden müteşekkil, has ve öteki Meksikalının konuşturulduğu güçlü bir belgesel olarak da tanımlanabilir. Toplumsal belleğin derinlemesine bir izdüşümüdür aynı zamanda bu. Yazarın bu noktada iddiasının altında kalmadığını söylemek gerekir. Paz’ın uzak Meksika ülkesinin insanları, kalpten gelen sözleri seven, katı/ köşeli olmayan soft iletişime her daim açık ve bu dili konuşanlara gönülden bağlılık bildiren bir topluluktur. Sözgelimi sömürge dönemindeki Katolikliğin yayılma hızını bile bu dille bağdaştıracaktır Paz; “Meksika tarihi nasıl kendi varlığını dile getirecek yol arayan halkın tarihi ise, Meksikalının tarihi de içten söyleşinin özlemini çeken insanların tarihidir.” Subcomandante Marcos’un “Sana ne yapman gerektiğini söylemeye gelmedik ey Meksika!” dediği yerde bekleyen/ duran/ikamet eden bir Meksikalı var elbette. Suskun, sessiz, yalnız bir Meksikalı. Paz, onun iç haline, kalbine, yani tam da ses vermek istemediği yere olanca gücüyle yüklenmiş, onun yalnızlığını konuşturmaya azmetmiştir. Meksika’nın sesini duymaya ve siesta ile uyanıklık arasında, fiesta ile sakinlik arasında salınıp duran o suskunluğu kendi sahnesinde ikna etmeye çalışır kitap boyunca. Meksika gerçeğinin özgün anlamına uzanan bir yoldur bu nihayetinde. İspanyolca konuşsa da büyük anlam denizinde İspanya’dan ayrı bir Meksika imgesine demir atmayı başarmış bir halkın bilinçaltı sularında dolaşmak büyük bir cüret ister. Paz, köklü bir varoluşa dönüşen Meksikalılık fikri için -kitabın özeti olabilecek kadar güzel- şunları söylüyor; “Meksikalı kendi üzerindeki ve kendi gövdesi üzerindeki yara izinin varlığını duyar. Biraz yayılmış olmakla birlikte, o yaşayan, özgün ve iyileşmez bir damgadır. Söz ve davranışlarımızla, yabancıların bakışlarıyla, her an deşilip kanamaya hazır olan bu açık yarayı örtüp saklamaya çalışırız.”

 

Türkler ve Meksikalılar

 

Mayaların torunları sayılan Meksikalılar, daha yakın dönemde kökenleri itibariyle Aztek Devleti’yle başlayan tarihsel bir ikamete sahiptirler. Sömürge dönemi Meksika’sı (Aztek) ve bu dönemi başlatan iç dinamiklerin bazı ayrıntıları, efsanevi Tenochtitlan kentinin kale kapılarının İspanyol işgalcilere iradi olarak açılması ve işgalcilerin komutanı Cortes’in bu kolay zaferinin teolojik-tarihsel-sosyolojik anlamları üzerine de düşünüyor Paz. Bu düşünme biçimi bugüne bakan tarafıyla Meksikalı imgesine ulaşan bir yol oluyor elbette. Diaz dönemi, devrim, Zapata ve diğer yapısal sorunlar hakkında da söyleyecekleri var elbette yazarın. O soru hep aklımızda, yazı bitmeden soralım; Türkler ve Meksikalılar. Bu iki imge birbirine benzer bir konumda yer alıyor mu, ciddiye alınabilir bir yakınlıkları var mı sahiden? (Siesta-Kaylule ve o kavruk esmerlikten bahsetmiyoruz elbette.) Bu kitap özelinde konuşacak olursak fazlasıyla evet. Aynı tarihsel koşullarda ortaya çıkmamış, aynı ideallere inanmamış, aynı coğrafyanın, iklimin ve kültürün doğurmadığı bu iki uzak kıta çocuğunun birbirine benziyor olması gerçekten çok şaşırtıcı. Toplumsal karakteristiğin oluşumunu etkileyen faktörlerin (kültürel hegemonya, sömürge dönemi, işçi-köylü devrimi v.s) bu düzeydeki başka’lığına rağmen üstelik. Octavio Paz, “düşünde sayıklar ozan, tarih uykuya dalınca” dizelerinin sahibi olarak, bazı yerlerde destansı diyebileceğimiz türde bir görkemli şiirselliğe kapı araladığı başyapıtı Yalnızlık Dolambacı’yla Meksikalı olmanın hakkını vererek, o büyük suskunluğa ses, bitmeyen yalnızlığa yaren olmuştur. Özellikle de şu üç bölüm; Meksikalının Maskeleri, Yalnızlığın Diyaletiği, Paçuko ve Ötekiler. Peki, Meksika’ya özel bir ilgi duymayan okurları da ilgilendirir mi bu kitap? Türkleri peşin bir ön kabulle ilgilendirir. Dahası, insanı kuşatan o büyük yalnızlık duygusunun Meksika’yı aşan gücüne kelimelere inandığımız gibi inanıyoruz zaten. İçimizde bitmeyen o dolambaçlara ve tüm suskunlara, yalnızlara gelsin Paz’ın bu ölümsüz şarkısı o halde!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.