Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eski Aşk, Yeni Kadın, Aynı Sis


İyi
Toplam oy: 127
Unamuno, âşık etme hırsı, etkileme taktikleri, güç savaşına dönmüş egosantrik mücadelelere dönmüş modern ilişkileri tek cümleyle özetliyor gibi: “Benimle bir piyon gibi oynamak istiyor…” Yalnız buna değil, bir âşıkta, aşkta olması gereken aşk ahlakının da peşine düşüyor ve ona sahici bir güzelleme yapıyor.

*Kovacs’tan My Love eşlik edebilir bu yazıya

 

1886 yılında yayımlanan, Osmanlının ilk kadın dergilerinden olan Şükufezar’ın sayfaları, “Biz ki saçı uzun aklı kısa diye erkeklerin hande-i istihzasına (alaylı gülüşlerine) hedef olmuş bir taifeyiz. Aksini ispat etmeye çalışacağız. Erkekliği kadınlığa, kadınlığı erkekliğe tercih etmeyerek, şah-rah-i sa’y-u amelde (çalışmanın doğru yolunda) payendaz-ı sebat (ayak direten) olacağız,” böyle açılıyordu. Yüzyıllar geçmesine rağmen kadın sorunu çözüme kavuşabilmiş, üzerindeki sis dağılabilmiş değil. Kadın konusuyla beraber çözülemeyen kadim bir konu da aynı dertten mustarip. Her yüzyılda peyda olan yeni bir maşuk, yeni bir kadın tipine karşılık aşk daha çok eskiyor. Fakat sis hep aynı sis.


Yeni kadın

Geçen yüzyılda Ali Şeriati, Fatıma Fatıma’dır kitabında kadının kapitalist düzende “cazibesi ölçüsünde alınıp satılan ekonomik bir meta konumunda” olduğunu söylemişti, bu yüzyılda da haksız çıkmış sayılmaz. Furuğ Ferruhzad ise “Bedenini, kimliğini, benliğini 'keşf'e çıkmış bir genç kadın. Sadece kendi ülkesinin değil, dünyanın ve belki tüm uzayın yabancılığında, yapayalnız. Tek amacı kendi olmak” diye tabir ettiği bir kadın tipinden bahsetmişti. Bu keşfin zahmetinden uzakta, mutluluğu aynasında arayan, biriciklik iddiasında yeni kadın tipolojisi baş gösterdi. Kadınların hemen hepsinde, sahip olduğu güç/güzellik/özellik her ne ise varlığını onun üzerinden güzelleyip, diğer hemcinsleriyle ayrıştıran bir beğenilme arzusu var bugün. Hemcinsleriyle rekabet/husumet geliştirmek dışında bir paylaşım kuramayan, narsistik dünyasında her şeyin kendi etrafında döndüğünü zanneden, ölümüne ayrıcalık, nezaket ve jest bekleyen kadınlara evirilen bir kadın tipolojisi yaygınlaşıyor gitgide. Elbette bu yazının çerçevesi kadın etrafında; meselenin erkek boyutu daha da trajik. Kadınların -ve de erkeklerincinsiyetlerinden kaynaklı ayrıcalık beklentilerini yardıma gerçekten ihtiyacı olan insanlara yöneltmesinin zamanı gelmedi mi?
Zihinsel şiddet: Radikal feminizm
Yeni kadın tipinin en büyük tetikleyicilerinden, makul feminist öğretilerin çarpık bir formu olan Radikal Feminizme; mental, duygusal, fiziksel, ruhsal ihtiyaçları tatmin edilmemiş ve buhranlarına şifa bulamayan kadınlar yaralandıklarında temas ediyor en çok. Kadınların Zamanı makalesinde Julia Kristeva, radikal feminist akımları “mevcut herhangi bir iktidar rolüyle özdeşim rolüne eşleştirilmeyi toptan reddediyor ve ikinci bir karşı-toplum” olarak var olmak isteyen gruplar olarak tanımlıyor. Bu karşı-toplum düşüncesi travmaları iyice besliyor. Travmalar şifa bulmadan fikre büründüğünde ise zihinsel şiddet yaratıyor. Kadın Meselesi, Radikal Feministlerce yıkıcı ve “eril bir dille” çözülmek isteniyor. Feminizm, kendini Fallokrasi’ye karşı antiteze indirgiyor bazen. Bu trajik çelişki kadın meselesini daha karmaşık bir hale getiriyor. Ve sakıncalı mesajlar veriliyor.
Radikal Feminizmin popüler savunucularından Valerie Solamas’ın Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu kitabında korkunç fikirler yer alıyor mesela: “Eril olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sınırlı olmak demektir. Kadınların üremek için erkeklere ihtiyacı yoktur.” Kitabın yazarı Valerie Solamas, korkunç travmalar yaşamış. Şahsî travmasını onu takip eden kitleye de bulaştırınca ortaya da bu fikirsel veba kalmış. Keşke şifa bulsaymış... Mesaj, ilgi çekmeyi araç olarak kullandığını ileri sürdüğü halde; ilgi çekiş mesajın ve amacının önüne geçiyor ve mesajın verilme şekli istismar yaratıyorsa burada amaca zarar veren ve mesajı çarpık hale getiren eylemsel ve fikirsel bir yanlışlık vardır. Feminizm; kuramları, saygın temsilcileri ve ciddi bir okuma bilinci ile hazmedilerek okunsaydı popülist, radikal feminizm bu yıkıcı tarzıyla öfkeli ve yaralı kadınlara böyle trajik nüfuz etmezdi belki de. Feminizm, kendini daha sağlıklı ifade etmenin yollarını aramalı bu yüzden.
Çelimsiz benlikler, Femme Fatale maskesi
Radikal feminizmin sakıncalı sonuçlarından bir diğeri ise tehlikeli, tehdit uyandıran kadın tipolojisi yaratması. Bunun arz edilişinde ise erkeklerin payı olduğunu söylemek mümkün. Erkeklerdeki şefkat uyandıran kadınlara meylediş; kendilerini güçlü hissetme ihtiyaçlarıyla doğrudan ilintili. Cüretkârlığa meylediş de bu ihtiyacın tatmininden sonra ikincil bir haz olarak devreye giriyor. Erkek modernleştikçe cüretkâr kadın tipolojisine meylediyor. Çünkü istediği kadar harika sıfatlarla kuşansın cüretkâr, tehditkâr olamayan kadını av olarak konumlayan bir içgüdüye sahipler. Kadın bu içgüdüyü teşhis etmekle kendini sadece nesne durumundan kurtarmayı başarıyor. Özne durumuna getirebilmesi için karşısındaki erkeğin onu kendine denk bir özne olarak konumlayabileceği bir bilinç düzeyinde olması gerekiyor. Yeni kadındaki femme fatale özentisi tam da bu erkeğin nesnesi olmama farkındalığı yüzünden. Fakat yeni kadın cüretkâr olabilmek adına içindeki naifliği hınçla katlediyor. Geriye de derinlikten uzak, altı boş, ölümcül kadın maskesi kalıyor. Daha hazini, yeni erkek ya yönetilmek için kendine efendi olarak kadın inşa etmeye çalışıyor ya da yeni tutkularının kölesi yapmak adına yeni bir kadın talep ediyor ve yeni kadın da bu güncel talebe tüm bir kimliksizliği ile format atıyor.

Aşk ahlâkı
En az kadın bahsi kadar sisli diğer bir konu olan aşk mevzuna ise Miguel de Unamuno Sis romanında eşsiz katkılar yapıyor. Unamuno, âşık etme hırsı, etkileme taktikleri, güç savaşına dönmüş egosantrik mücadelelere dönmüş modern ilişkileri tek cümleyle özetliyor gibi: “benimle bir piyon gibi oynamak istiyor…” Yalnız buna değil, bir aşıkta, aşkta olması gereken aşk ahlakının da peşine düşüyor ve ona sahici bir güzelleme yapıyor: “Ama başka kadınlar yok mu? Evet, öteki için başka kadınlar var! Ama birisi gibi, onun gibisi, o biricik gibisi hiç yok! Bütün kadınlar onun, biriciğin, benim tatlı Eugenia’mın kopyası gibi. O, birisi yani öteki adam bedenen ona sahip olabilir; ama gözlerinin gizemli ruhsal ışığı benim”
“Fıtrî ışık”tan kaynaklanmayan, öğrenilmiş, çalışılmış tesir kudreti sihirbazlık numaralarına benzer. Çözemediğimiz oranda baş döndürücüdür. Bir ikonun stili, bir sanatçının üslûbu, bir yazarın retoriği, bir kadının cazibesi, bir adamın jestleri olabilir bize sihir gibi gelen o şey. Ve her sihirbazlık numarası gibi, numarayı çözdüğümüz an; sihir bozulur. Bunu en güzel “en iyi gizlenme biçimi kendini göstermektir” sihrini bilen, görünmeyen yerlerde ararken herkesin, sihrini görünenlerin ortasına bırakan o sihirbazın gözünün içine “numaranı biliyorum” bakışını atarken anlarız. Tek romanı Aynadaki Yalan’da Necip Fazıl, kadınlık sanatı diye “kendini damla damla vermeyi bilmek ve testiyi asla boşaltmamak sanatı”ndan bahsediyordu âşık olduğu kadın; Belma’yı anlatırken. Maşukunun sihrini çözen, âşık kalabilir mi ki?
Kalamazdı muhtemelen. Maşukunun sihrini çözenin gözündeki sis dağılır. Tıpkı Unamuno’nun biten aşktan, dağılan sisten sonra söylediği gibi: “Bir başkasının gömütü üzerinde doğan ve büyüyen bir aşk daha da acıdır, tıpkı humuslu toprakla, yani başka bir bitkinin kokuşmasıyla beslenen bir bitki gibi.” Erkek bedensiz, kadın ruhsuz bir aşk istemiyor. Kadının ruhundaki âşık etme hırsı ve erkeğin bedenindeki “sahip olma hırsı” gibi iki haris güçten doğmuyor aşk. Unamuno, romanında “uykuyu uyanıklıkla, düşü gerçekle, özgünü sahteyle karıştırmak; bütün her şeyi” karıştırdığı bir sisten bahsediyordu. Sis dağıldıkça; aşkın, hayatın, insanın, kadının anlamı daha net aydınlanıyor sank

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.