Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

eski bir gecenin sokaklarında



Toplam oy: 1414

verimli bir yazar olan aksu bora’nın feminizm kendi arasında adlı kitabı ayizi yayınları’ndan çıktı. kitabın adının anlamı ve buna bağlı olarak kendi anlayış kapasiteniz konusunda şüpheye düşmüş olabilirsiniz; “feminizm kendi arasında bilmem kaça ayrılır” tarzı bir cümleyi akla getirme amacını taşıyor. herhangi bir alandaki yaygın klişelerin başka alanlara uyarlanmasına dayanan mizah anlayışının (ustası cem yılmaz) ürünü olan bu ad aynı zamanda, aksu bora’nın konusuna dışarıdan bakabilme maharetinin de ispatı.

 

 

kitabın yayıncısı, aksu bora, ilknur üstün ve selma acuner’in kurduğu, başka feministlerin de katkıda bulunduğu ayizi yayınları. eğer yanlışım varsa affedin. ay bilebildiğim kadarıyla kadınlarla daha çok batı kültürlerinde ilişkilendirilir, buna karşılık türkiye coğrafyasında böyle bir tema yok. eğer bu adın akıl edemediğim başka anlamları yoksa yerlilik üzerine bu kadar kafa yormuş bir feministe ve kitabına uygun olmayan bir yayınevi adı diye düşünüyorum.

 

 

her şeyden önce feminizm kendi arasında bence hak ettiği editoryal titizliği görmemiş. mesela 49’uncu sayfadaki 1 numaralı dipnotta yer alan “…İstanbul’da büyük bir toplantı yapılmıştı, IHD İstanbul Şubesi çatısı altında, feministlerin örgütlediği ve sosyalistlerle feminizm tartışmayı amaçlayan bir toplantıydı…” şeklindeki muğlak ifadede yer alan etkinliğin ihd’nin 1988 yılında örgütlediği kadın kurultayı olduğu, örgütlenmesinde kimi feminist kadınların da (bir tanesi aksu bora’nın arkadaşı ve abisinin eşi olan sedef öztürk cankoçak) yer aldığı, birçoğunun sadece konuk olarak katıldıkları bu toplantıda kovulmaktan beter edildikleri bir telefonla öğrenilebilirdi.

 

 

aksu bora’nın görüşleriyle benimkiler arasındaki farkları bir kitap eleştiri yazısına sığdırmak mümkün olmadığı gibi o içerikle bu yayının okurunun ilgisini kaybetmek neredeyse garanti. ancak feminizme asgari ilgi duyan herkesi ilgilendirebilecek birkaç temel noktaya değinmek istiyorum.

 

 

bunlardan birincisi feminizmin öznesi meselesi. bora bu konuda “…bana göre ‘feminizmin öznesi kimdir’ sorusunun yanıtı çok açık: Feministler! Belki de ‘devrim için savaşmayana sosyalist denmez’ sloganı ile büyüyen kuşaktan gelmenin etkisidir; özne olmanın ‘olmakla değil, hareket etmekle ilgili olduğunu düşünüyorum” diyor. andığı, sosyalizme inananları harekete geçirmek açısından çok veciz bir cümle olmakla birlikte ne sınıf mücadelesinin ne de komünizmin devrim için mücadeleye indirgenemeyeceğini tarih gösteriyor bize. öte yandan feminizm konusunda durum biraz daha farklı. doğrudan politik faaliyetler içinde yer almasa bile, kadınlara dayatılan hayatın ötesini arayan bilim insanlarının, edebiyatçıların, sanatçıların, tek tek kadınların da feminizmle bağlantısı ve ona katkısı var. misal, mahallenin özgür ve mutlu dulu bir rol modeli olarak özgürleşmek isteyen genç kızlar üzerinde birçok yasa değişikliği ve politik gösteriden daha fazla etki yapabilir, değil mi?

 

 

ikinci önemli nokta şu; aksu bora feministlerle ilgili iki farklı kategorizasyona aklının yatmadığını söylüyor. bunlardan biri liberal, sosyalist, radikal feminizm üçlemesi. (eğer evrensel bir bağlamdan söz ediyorsak bunlara en azından politik lezbiyenliği de eklemek gerekir.) özellikle de radikal feminizmle sosyalist feminizm arasındaki ayrım çizgileri kimlik siyasetlerinin ortaya çıkmasından sonra hakikaten önemsizleşti ama bu bir tarih boyunca anlamsız oldukları manasına gelmez ki.

 

 

aksu’nun anlamlı bulmadığı ikinci kategorizasyon “dalgalar”. bununla ilgili s/69’daki dipnotta “Birinci/ikinci Dalga katgorileştirmesinin Fransız Feminizminin kurucularından olup da sonradan –bence düşüncesinin mantıki sonucuna giderek- feminizmden istifa eden Kristeva tarafından yapıldığını hatırlayın!” diyor. açıkçası kristeva’ya ben de pek itibar etmem ama feminizmden istifa ettiğini söylemek insafsızlık değil mi? geçen yaz istanbul’dayken röportaj yapma imkânı buldum, düşüncelerini feminizm içinde tanımlıyordu. (bu söyleşiyi merak edenler internette bulabilir) kaldı ki, nasıl ki, shulamith firestone gibi ikinci dalganın yazarları birinci dalgayı tariflemişlerse kristeva gibi üçüncü dalgadan bir düşünürün birinci ve ikinci dalgaları tarif etmesi olağan bence.

 

 

ancak aksu’nun bakış açısında sorunlu bulduğum temel nokta, türkiye’de kadınların durumunu tahlil ederken esas olarak cumhuriyet ve modernleşmeyle hesaplaşması. eski ve yararlı bir ezberimizi tekrar edelim. uluslaşma aynı zamanda modernleşme sürecidir ve modernleşme esas olarak kadınların nasıl yaşayacağı üzerinden yürür. bu ortadoğu’ya ya da nüfusun çoğunluğunun müslüman olduğu ve modernleşmenin zaman zaman batılılaşmayla özdeşleştirildiği ülkelere has değil, evrensel bir olgu. ama bunu bütün tarihsel ve güncel tahlillerin merkezine koymak feminizmin evrensel pratiği arasında değil.

 

 

bir de kitap boyunca karşımıza çıkan tayyörlü/döpiyesli-mizanplili bir kadın var; bana hiç denk gelmiyor bu arkadaş; aksu’nun karşısına bu kadar sık çıkması belki ankaralı olmasının bir sonucudur bilemiyorum. zaten mizanpli yerini föne bıraktı; herhangi bir kuaförden isteseniz bileceği bile şüpheli. benim için daha çok (meclisi de katarak) bürokrasiyi temsil eden bu hanım anladığım kadarıyla aksu bora için daha ziyade cumhuriyet kadını anlamına geliyor. (kaldı ki, kadınların can güvenliğinin sağlanması vb. ancak yasalarla, devlet eliyle düzenlenebilecek konular var ve devletle çalışırken misal hippilerle değil bürokratlarla karşı karşıya gelmekte şaşacak bir şey yok.)

 

 

cumhuriyet kadını farklı tarihsel dönemlerde farklı tezahür ediyor tabii ki ve bütün versiyonları evet sıkıcıdır, cinselliğinden vazgeçmiştir, kendini ata’sına adayışında gülünç ve hüzünlü bir yan vardır. ama eğitime önem vermek, ücretli çalışmaya yakın ve geleneksel olanla hesaplaşmaya açık olmak anlamında modernleşmenin sunduğu özgürleşmenin tadını çıkardığı ve bize de ulaştırdığı muhakkak diye düşünüyor ve birer cumhuriyet kızı olan annelerimizin, teyzelerimizin biraz hakkının yendiğini hissediyorum.

 

 

neden söz ettiğimi daha iyi anlatmak için izninizle edebiyata başvuracağım; nazlı eray’ın kalbinde kadın taşıyan erkekler birahanesi adlı, ismiyle bile erkeklik ve kadınlık üzerine düşündüren kitabına. eray, edebiyatımızın gerçeküstünü en mahir kullanan yazarlarından biri olarak tanınır. bu kitabındaki yazılar da bu hünerden nasibini almış. öte yandan derinleşmeden, ayrıntılarıyla resmedilmemiş ama birkaç fırça darbesiyle bütün ifadeleri yansıtılmış portreler ve onların öyküleri tıpkı hatıralarımız gibi muğlak, kırılgan ve uçucu. kitabı okudukça birbirinin içine açılan öykülerin ve karakterlerin otobiyografik özellikler taşıdığını görüyoruz fark edebiliyoruz. hayaller hatıralara, mizah hüzne karışıyor. nazlı eray bizi, kendi ifadesiyle eski bir gecenin sokaklarında dolaştırıyor. onunla yapılmış bir röportaj ve köşe yazılarının da eklenmesiyle birlikte karşımıza ikinci kuşaktan bir cumhuriyet kızı çıkıyor. bugünlerde kolaylıkla beyaz türk diye burun kıvrılan, kuafürü manikürü yerinde, “empirme elbiselerinin içinde kalçaları deniz suyu gibi dalgalanan” yolculuklar yapmış, düşünmüş, okumuş, yazmış, filmler izlemiş, müzik dinlemiş, tiyatroya düşkün, aşık olmuş, aşık etmiş, kanlı canlı bir kadın. icap ettiğinde giymek üzere bir döpiyesi de vardır gardırobunda, şüphesiz. onu temsil ettiği iddia edilen o kikirik kazuletle ne alakası var kuzum?

Yorumlar

Yorum Gönder


"eğer bu adın akıl edemediğim başka anlamları yoksa yerlilik üzerine bu kadar kafa yormuş bir feministe ve kitabına uygun olmayan bir yayınevi adı diye düşünüyorum." Yani ben Aksu Bora'ya çatacam da tutamak yeri bulamıyorum, hah buradan başlayayım, gayesiyle yazılmış bir yazı. Allah aşkına siz yazdığınız bir kitabın isminin veya konusunun, yayınlatmayı planladığınız yayınevinin adıyla uyumsuz olduğu gerekçesiyle vaz mı geçerdiniz? Bu mantıkla bakarsanz Gogol'ün "Ölü Canlar" kitabının da zinhar Can Yayınları tarafından basılmaması gerekir!!! Alakarga Yayınevi'nin de gayri ciddi ismine bakınca, kimsenin orada kitap yayınlatmaması lazım. Hele bir de Sıcak Nal, 160.Kilometre, Yitik Ülke vb... hiç olmadı değil mi?

54%
46%
Beğendim.

Kitap eleştirisinden çok Aksu eleştirisi olmuş. Sevgili Ayşe, Aksu o günleri iyi bilecek bir kuşktan. Belirttiğin hataları nasıl yapmış? "Akademisyen Feminist" olmak böyle bir şey işte. Ana hatları belirler, araştırma konularını seçer, birilerine yaptırırsın. Olur sama inceleme-araştırma. Kitabı okuma konuısunda kararsızım. Bir zamanlar sosyalistler Feministleri küçük görürlerdi. Şimdi bir etnik gruba hayranlık beslemiyorsan feminist, demokrat, hümanist hatta uygar bile değilsin.

34%
66%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.