Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Evrim bilimini kabullenmek ya da kabullenmemek: Bir ölüm kalım meselesi...


Vasat
Toplam oy: 1206

“Başlangıçta yalnız su dolu bir boşluk vardı; içinde de tatlı sudan oluşmuş bir erkek tanrı (Apsu) ve tuzlu sudan oluşmuş bir dişi tanrı (Tiamat). Zaman içerisinde daha genç bir tanrı olan yıldırım ve gök gürültüsü tanrısı (Marduk) Tiamat’ı öldürdü ve gökleri ve yeri oluşturmak için bedeninin ikiye ayırdı.” Bu Antik Babil yaradılış efsanesi tuhaf bir şekilde evrim teorisi ışığında yaşamın ilk ortaya çıkışını andırır: Metan, amonyak ve sudan oluşan koca bir karışım, dev bir okyanus ve onun üzerine sürekli suretle düşerek bütün bunları  harekete geçiren, enerji veren yıldırımlar... Hayır, yanlış anlaşılmasın amacım evrim teorisini antik bir yaratılış efsanesiyle aynı kefeye koymak değil. Sadece yaşamın ortaya çıkışını bilimsel ve elbette tartışmasız olarak kanıtlayan bu teorinin, insanlığın ortak bilinçdışını dışlamadan, yabana atmadan kendini ortaya koyması gerekliliğini hatırlatmak. Bana bütün bunları Ardea Skybreak’in “Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi” adlı çalışması düşündürüyor. Yazarın, adından da anlaşılacağı gibi Yaratılışçıların düşünceleriyle (inançları demek belki de daha doğru olur) evrim bilimini karşılaştırmak üzere kaleme alınmış ilgi çekici kitabı...

Evrim, inanmaya ivedilikle ihtiyaç duyduğumuz bir bilimsel teori! Evrim demek, varoluşumuzun kaynağından tutup çıkardığımız yaratılış düşüncesiyle birleştirmemiz, barıştırmamız gereken yeni bir yaşam algısı demek. Eğer ki evrim sürecinde yakaladığımız ivmeyi devam ettirmek istiyor, soyumuzun kurumasını, bizle birlikte dünyanın yok olasını istemiyorsak...

Gelelim evrim bilimine, teorisi demiyorum artık özellikle, zira bilim insanlarınca zaten nicedir ispatlanmış olan evrimi reddedenlerin söylemi ona teori gözüyle bakmak... Bildiğiniz gibi geçtiğimiz yıl Darwin’in “Türlerin Kökeni”nin yayımlanmasının yüz ellinci yılı onuruna “Darwin yılı” olarak kutlandı. Darwin’in kuramını oluşturmasının, onun dolduramadığı boşlukların ise diğer bilim insanlarınca doldurulmasının üzerinden yıllar geçti ancak bu konu üzerinde bilimsel araştırmalarını ilerletenlerin başı yaratılış efsanesi savunucularıyla derde girmekten hala kurtulamadı. Akıl çağı bilime, bilimsel bilgiye sonsuz bir hayranlık, katıksız bir itaat getirmişti oysa ki, bilimin açtığı hemen her alanda dini inanışı ne kadar kuvvetli olursa olsun modern insan yürümekten çekinmedi. Ancak evrim bilimine karşı mukavemet sürdü ve işin ilginci bu mukavemet oldukça da güçlü. Evrime inanmadığını söyleyip onu bir inanç, kanıtlanmamış bir teori düzeyine indirgeyenlerin savunması son derece zayıf halbuki, en azından karşı-kanıt düzeyinde. Evrim sürecinde olması gereken ara-türlerin fosillerinin bulunamadığını söylüyorlar çok çok. Ki bu da aralarında Ardea Skyberak’ın da olduğu bilim insanlarınca söz konusu fosillerin kamuoyuna sunulması sonucu rahatlıkla alt ediliyor. Ama iş inanç meselesinde takılıp kalıyor. Ve daha kalacak da...

Uyumlu olan yaşar!
Çünkü evrime inanmak demek özellikle tektanrılı dinlerin yarattığı “insan-merkezli” yaşam algısının tamamen değişmesi demek. Bitkilerin, hayvanların, cümle tabiatın bizim için bizim hizmetimizde yaratılmamış olabileceğini kabul edebilmek, kendini evrenin tek sahibi sanan insanoğulları ve kızları için çok, hem de çok zor. Bunu kabul edebilirsek eğer, içinde yaşadığımız tüketim toplumunu, tüm köktendinci inançları ve eğilimleri kendi ellerimizle yok etmemiz gerekiyor; ‘eşitlik’ ve ‘barış’ı iki tane içi boş sözden ötede hayata geçirmemiz gerekiyor.

Çünkü “Güçlü olan kazanır” şiarının tam tersini söylüyor bize evrim bilimi: “Uyumlu olan yaşar”.

İşte tam bu noktada, çok hassas bir yerde duruyor, “Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi” adlı çalışma. Evrimle yaratılış düşüncesini tam anlamıyla karşı karşıya getiren, eğrisi doğrusuyla ele alan, tez üreten, tez çürüten bu çalışmada Skybreak, konuya dair genel ama yine de ayrıntılı bir bakışın ardından, evrim sürecinin devamlılığının kanıtlarını, sürecin yeni türleri nasıl meydana getirdiğini, herkesin ilgisini haliyle çeken insan evrimini ve bu konunun ayrıntılarını masaya yatırıyor.  Skybereak, maymunlar şöyle dursun, insan soyunun insan olmayan türlerden, yaşamın ta başlangıcından gelen birtakım bakterilerden başlayarak türediğini söylüyor.

Yazar çalışmasının sonundaki oldukça uzun bir bölümü de evrim karşıtı yaratılışçılık düşüncesine ayırıyor.  Skybreak’ın en önemli savunusu ‘akıllı tasarım’ düşüncesine karşı evrimleşme sürecinin pek çok zayıf, hatalı tür yaratmış olması. Ona göre akıllı tasarım teorisi bir bilim değil, bir inanç, üstelik de yanlış bir inanç.

Ancak çalışmanın bütününe baktığımızda Ardea Skybreak’ın yapmaya çalıştığı şey, ne yazık ki derdini anlatmada çaresizliğe düşmüş bir biliminsanının çabası gibi görünüyor. Bir yandan evrimi anlatırken bir yandan da yaratılış efsanesine inananların evrim hakkındaki teorilerini çürütse de yazar,  başta da dediğim gibi evrim bir bilimden de öte yepyeni bir yaşam algılayışını gerektirdiği için (karşı tezleri çürütmek gerekliyse de), yazarın çabası bu noktada anlamını yitiriyor. Bu tür bir karşılaştırma içine girmek belki de bir bilim olarak evrime haksızlık. Üstelik merkezden uzaklaşan insana bilimsel bir soğuklukla, küçümseyici bir ifadeyle yeni korkular vermektense, ona tutunacak bir dal uzatan, toplumsal bilinçdışını hesaba katan, onu ötelemektense içine alan bir üslup kurma zamanı geldi de geçiyor, bence...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.