Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Festivalden Festivale: Seyircisi Olmayan Filmler


Zayıf
Toplam oy: 144
Son on yılın festival listelerini, uluslararası yapımevlerinin ürünü olan dizi ya da filmleri kabaca incelediğimizde karşımıza çıkan tablonun işaret ettiği manzara hep aynıdır: Parçalanmış kişilikler, şiddetin baştan çıkarıcı döngüsü, hemcinsler arasında yaşanan aşk ve cinsellik, zekânın şeytani parıltısı, bedenin baş döndüren cazibesi, mekânların ruha musallat olan katastrofik etkisi, ontolojik kaygılardan tümüyle uzak, anlamsız bir boşluk duygusu…

Bernard Shaw, en başarılı oyunlarından biri olarak kabul edilen Arms and The Man’in seyirci karşısına çıktığı açılış gösterisinden hemen sonra alkışlar arasında sahneye çıkar ve salondakileri gururla selamlar. Alkışlar kesilir kesilmez arka sıralardan beklenmedik bir ses duyulur; bir seyirci oyunu, dolayısıyla yazarı yuhalamaktadır. Zekâsının kıvraklığı ile tanınan Shaw sesin geldiği yöne döner ve şöyle der: “Ben de tastamam sizinle aynı fikirdeyim. Ne var ki ikimiz şu bir tiyatro dolusu halka karşı ne yapabiliriz?” Bazen bir salon dolusu insan zevkler, beğeniler, ahlaki ve estetik ilkeler konusunda birtakım protokoller ortaya koyabilir; dahası bu ilkeler bir dizi estetik ya da ahlaki standarda dönüşerek reddedilmesi, tartışılması hatta eleştirilmesi imkânsız bir kutsallık halesine dönüşebilir. Bugün bu karmaşık sürecin bir parçası olan dijital eğlence platformlarının, büyük yapımevlerinin, temerküz eden sermayenin ve reklam ve medya organizasyonlarının ürettiği hız, şiddet, cinsellik ve hedonizm sarmalının güçlü etkisini yadsıyamayız.

 

Son on yılın festival listelerini, uluslararası yapımevlerinin ürünü olan dizi ya da filmleri kabaca incelediğimizde karşımıza çıkan tablonun işaret ettiği manzara hep aynıdır: Parçalanmış kişilikler, şiddetin baştan çıkarıcı döngüsü, hemcinsler arasında yaşanan aşk ve cinsellik, zekânın şeytani parıltısı, bedenin baş döndüren cazibesi, mekânların ruha musallat olan katastrofik etkisi, ontolojik kaygılardan tümüyle uzak, anlamsız bir boşluk duygusu… Ancak bu tabloda yine de her şey tuhaf bir güzelliğin ardına gizlenmiş gibidir: Binalar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, mezarlıklar, caddeler, sokaklar vs. bu büyük tezadı gizleyecek kadar güzeldir. Çünkü hakikatle teması kopan bu yaratıcı gücün(!) tek sığınağı güzelliği yüceltmek ve onu kendi masumiyetinin ve yaratıcılığının bir nişanesi olarak gözler önüne serebilmektir.

 

Saf gerçeklikle stilize edilmiş estetik planlar arasına sıkışıp kalan bu filmler, yukarıda ifade etmeye çalıştığım yeni estetik anlayışın ve onun mazrufu olan yeni ahlak tasavvurunun bir uzantısıdır.

Elbette beğeninin ve ahlakın herkes tarafından kabul gören bir standardı yoktur ama yine de ahlak ve estetik, tecrübe ve sosyal deneyimin yüz yıllar içinde olgunlaşan bir kipi olarak yadsınamaz yargılara işaret edebilir.
Bir tiyatro salonunu dolduran kalabalığı karşınıza alabilirsiniz ama bugün milyonlarca insanın zevklerini, beğenilerini, özgürlük mugalatasıyla ölçüsüz bir hedonizme kapı aralayan arzularına karşı durmak artık çok zor.
Cesaret ve meydan okuma retoriği
Yerleşik değerlere meydan okuma arzusu, sanatın temel muharrik unsurlarından biri olsa da bu duygu şimdilerde çoktan tükenmiş bir idealizmin, körleşen bir kavrayışın ve yoksullaşan estetik ilgilerin ifadesi olarak yeni bir kimlik kazanmış gibidir.
Çok değil birkaç hafta önce ülkemizin saygın film festivallerinden birinde yarışan ve büyük ödüle layık görülen bir filme ilişkin gözüme çarpan bir değerlendirme yazısı şu ifadelerle son buluyor: “Çok cesur bir film!” Oysa filmin cesaretini borçlu olduğu şey, yazarın ima ettiği ve gurur duyarak altını çizdiği mesele, filmde iki kadın arasında yaşanan bir aşk hikâyesinin anlatılıyor olması idi. Filmin akıllarda kalan biricik meselesi bu. İşin en kötü tarafı dünyada moda olan bu tarz filmlerin alaturka röprodüksiyonu gibi duran bu film unutulup gidecek ve geriye sadece bir gazetecilik klişesi olan “cesur bir film” ibaresinin yersizliği kalacak. Tipik bir Yeşilçam estetiğiyle kotarılmış; diyaloglarıyla, mekânlarıyla, biçimsel ve teknik diliyle hiçbir yenilik ve özgünlük iddiası olmayan bir filmin neden ödül aldığını sorgulamak zaten anlamsız bir çabadır.
Seyircisiz filmler
Seyirciyle hiçbir zaman buluşamayan, birkaç festival gezdikten sonra unutulan -ve gerçekten de unutulmayı hak eden- filmlere her yıl yenileri ekleniyor. Üstelik bu filmler gerek finans gerekse teknik imkânlar açısından hemen her tür fırsatı kullanarak tamamlanıyor. Öte yandan bu filmlere verilen finansal desteklerin, onca çabanın, emeğin, umudun büyük bir talihsizlikle sonuçlanması da ayrı bir hayal kırıklığı. Mazeret ve şikâyet başarısızlığın müttefiki olabilir ancak bu kutsal dayanışma mağlubiyetin sahici sebeplerini örtbas edemez. Ortada bir yetersizlik var ve bu yetersizlik sadece bize has bir sorun değil, bütün dünyada aynı estetik fakirliğin izlerini görmek mümkün.
Peki, ne yapmalı da bu anaforun içinden kurtulmalı? “Bir salon dolusu halkın” alkışlarının sahiciliğinden şüphe ederek işe başlanabilir. Belki de hiçbir şey yapmamak en azından bir fırsatı, bir imkânı, kendi saflığı içinde korumak demektir.
Film yapmak bir amaç değil bir sonuç olmalı, festivallere katılmak da… Seyircinin karşısına çıkmak her film için öncelikli hedeflerden biridir. Sonuçlar önemsenmeyebilir, seyircinin bir ölçü olmadığı düşünülebilir ancak filmler seyirciler için yapılır, festivaller için değil. Seyircinin karşısına çıkmak sınanmak demektir. Filmlerin bir nevi akredite edilerek bir tür dokunulmazlık zırhına büründüğü birkaç festivalin yaptığından daha fazlasını sinema salonlarında bulmak mümkündür.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.