Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Fiyaskonun o yalancı kokusu


Şahane
Toplam oy: 1796
Sunullah İbrahim
Jaguar Kitap
O Koku, yazarın metnini metnin dışında çılgınca savunduğu; gevşek bir olay örgüsüne sahip; kuvvetli bir hikayesi olmayan bir kitap.

Bazı kitapların hikayesi, kitabın kendisinden kat kat daha iyidir ve O Koku bence tam olarak böyle bir kitap. "O Koku, Mısır edebiyatında bir mihenk taşıdır" diyen Coetzee’nin de, sadece sevdiği kitapları yayımlamaya ant içen bir yayın yönetmenine sahip gibi görünen -Jaguar Kitap henüz 1 yıllık bir yayınevi, 6 kitap yayımladı ve ben bu kitapların mübalağasız her birini hayranlıkla okudum- Jaguar’ın da kitabın kendisinden daha cazip görünen hikayesine vurulduğunu düşünüyorum. Hatta biraz daha ileri gidip yazar Sunullah İbrahim’in de bunun farkında olduğunu; çünkü 78 sayfalık kitabın –elimizdeki baskıya göre- 28 sayfasının kitabın ve yazarın hikayesinden bahseden uzun sunuş ve önsözden ibaret olduğunu; bir yazarın kitabı hakkında bunca uzun metinler kaleme almasının bir çeşit günah çıkarma olduğunu söyleyebilirim.

 

 

İspatlayabilirim, işte sunuştan bir pasaj; “Doğrusu çoğu zaman, ortaya koyduğum çalışmayı sanki bir erken doğumla dünyaya getirdiğimi düşünmedim değil, ancak hâlâ içtenlikle diyorum ki, o zamanlar yapabileceklerim bu kadardı.”

 

Sunullah İbrahim, kitabın sunuşunda -ondan da emin olmamalı ki- bu romanı nasıl bir teknikle yazdığını ve bu tekniğin hikayesini de anlatıyor. Ve bir okur olarak bizden bu güzel hikayeyi takdir edip, metinlerde aksama varsa aldırmamamızı bekliyor.

 

İspatlayabilirim, işte bir alıntı daha, yine sunuştan: “… telgraf tarzında yazdığım güncelere bir göz attım. (…) onaltı günlük bir günce… Hepsini bir oturuşta okudum. Öylesine etkilenmiştim ki, heyecandan titriyordum. Bu telgrafvari üslupta gizli bir akım vardı. Bu öyle bir üsluptu ki, ne okuduğunu anlamak için kısa kısa duraklamalara ihtiyaç hissettiriyor; ne en doğru sözcüğü seçmeye, ne dili düzgün kullanmaya, ne de alıngan kişileri şoke edecek çirkinlikleri örtbas etmeye önem veriyordu.”

 

Kamuya sunmak

 

Bunun hakkında konuşabiliriz. Hepimiz böyle altyapıdan yoksun, aşırı cesur ancak malumat yoksunu notlar yazabiliriz; hepimiz yazdıklarımızdan heyecanlanabilir, heyecandan titreyebiliriz. Hatta bundan iyi eserler iyi fikirler de çıkarabiliriz. Ama bunları kamuya sunmadan önce iki kere düşünmekte fayda var. Kim olduğunu hatırlamadığım birinin söylediği gibi “birdenbire akla gelen parlak fikirlere itimat edemem”. Çünkü onlar çoğu zaman gece karanlığından dolayı öyle görünüyordur. Tekrar edip vurgulayalım, öyle bir yazma metodu bulmuş ki İbrahim, doğru sözcük seçmeye, dili düzgün kullanmaya ihtiyacı kalmamış.

 

Bunu kabullenmeli miyiz? Belki. Yani eğer Faulkner’in Ses ve Öfke’sinden; Woolf’un Dalgalar’ından haberimiz olmasaydı; bu “oyun”a hayran olabilirdik.

 

Ses ve Öfke’yi ele alalım; Benjy bölümlerini elbette. Tam da İbrahim’in söylediği gibi dil bozularak kullanılır bu romanda. Ama Faulkner bu dili bozarak bu dilin içinde yeni bir dil yaratır ve yeni bir dünyayı görmemizi zağlar; Benjy’nin dünyasını. Benjy’nin gözünden dünyayı…

 

Ancak Faulkner, böyle bir dile ihtiyacı olduğu için dili bozar; dili düzgün kullanmaya ihtiyacı kalmasın diye değil. Yine de yani bu dilin bile okurun kesinlikle hissedebildiği kendi içinde kuralları vardır. Üstelik bunu buz gibi, buzdağı gibi bir hikayenin etrafında yapar. Oysa İbrahim’in karakteri fazla yüzeysel; gördüğümüz kadarıyla dili nerden nasıl tam olarak niçin bozduğuna dair dışsal bir sebep yok. Hatta güçlü bir hikaye de yok ortada. Hapisten çıkan ve rejim düşmanı -addedilen- bir sanatçı. Oryantalist bir merakla “bakın Ortadoğulu, baskıcı rejimin kurbanı, hapisler görmüş yazar neler de yazmış, ne numaralar da bilirmiş” diye bakarsak Sunullah İbrahim’in romanına söyleyecek bir sürü güzel söz bulabiliriz ama romanın teknik açısından ve hikaye açısından tam bir fiyasko olduğu gerçeğini değiştirmez bunlar.

 

Keşke bunları aşıp romancının diğer numarasından bahsedecek yerimiz ve vaktimiz olsaydı; romanı pazarlama şeklinden; müstehcenliği “cesurca” romanında kullanabilmesinden filan. Ama oraya gelemiyoruz bile. Çünkü O Koku, yazarın metnini metnin dışında çılgınca savunduğu; gevşek bir olay örgüsüne sahip; kuvvetli bir hikayesi olmayan bir kitap. Hapishane, cinsellik, yasaklanan kitap, yasaklı yazar, devlet, polis gibi her zaman işe yarayan temalar kullanılmaya çalışılsa da. Onlarca taştan bir kolye yapamazsınız. Kolye için bir noktadan sonra daha fazla taşa değil; taşları birbirine tutturacak bir zincir ve düğüme ihtiyacımız vardır.

 

 


 

 

* Görsel: Meltem Şahin

Yorumlar

Yorum Gönder


Anlayıp anlamamak Jaguar'ın bileceği şey. Jaguar gibi olmak ya da içine YKY, Can, Doğan, Notos (evet, Notos) kaçmış gibi olmak.
O Koku'nun duyuruları, yazarın çileleri ve kitabın yasaklanması gibi popülist bir yaklaşımla şekillendirilmeseydi, örneğin karakter üzerine gidilseydi yazarın estetik yoksuluğu bu kadar rahatsız etmezdi belki. Yoksa örneğin İran ve Afgan öyküleri, eşzamanlı olarak coğrafyanın hamuruna dair çok iyi örnekler verdi.
Yazılan eleştiriye, dile getirilen olumsuzluğa laf yetiştirmek, baskın çıkma çabası gerçekten çok ilginç. Ne okuduğumuzu anlıyoruz, vesselam.

37%
63%

camus'yu hiç duymamış, yabancı'yı hiç işitmemiş olsaydık ve önümüze "yabancı" konsaydı, acaba kaçımız onu beğenir, bugünkü gibi ondan derin anlamlar çıkabilirdik. hadi kabul edelim, en nihayetinde, entelektüel olsak bile, öğretilmiş beğenilerin entelektüeliyiz. fena yazı değil aslında ama anakronizm hatası yapıldığı için perspektif biraz yanlış kurulmuş, kitap yanlış okunmuş sanki.

51%
49%

O Koku, beni de hayalkırıklığına uğrattı.
Bunda metnin belirttiğiniz zayıflıklarına ek olarak, yapılan abartılı tanıtımın etkisi olduğunu düşünüyorum.
Müstehcenlik ve cesaret sözcükleri, sağlam, gerçek edebiyattan söz edilirken, ilk akla gelenler midir?
İbrahim'in yazma metodu olduğunu sanmıyorum. Bir roman taslağı yazmış, bırakmış havasında.

35%
65%

o koku'yu sepya bir anlatı gibi okudum. belirttiğiniz gibi, gerçekten de hikâyesi, kendinden daha güçlü... ama gevşek dokulu olmasından rahatsızlık duymadım... ayrıca, bir zamanlar bir yerlerde nelerin "müstehcen" sayıldığını görmemiz açısından da önemli buluyorum. türkçe'ye kazandırılmasına sevindim.

51%
49%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.