Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Fuzuli Ne Demek İstedi: Doğru Anlamak Mı Yanlış Anlamamak Mı?


Şahane
Toplam oy: 126
Fuzûlî Ne Demek İstedi kitabını İhsan Fazlıoğlu’nun özellikle İslam düşünce geleneğini yanlış anlamama bağlamında oluşturmak istediği usûlün bir girişi olarak düşünmüşümdür hep. Fazlıoğlu, şiirin ortaya çıktığı zeminden o şiiri ortaya çıkaran düşünce tarihine dikkat çekerek yola koyulur. Ama mesele o düşünce tarihine dikkat çekerek bir geçmiş hamaseti değil aksine o geçmişin bir hafıza olduğu bilinciyle dildeki ve hayattaki karşılığına dikkat çekmektir.

10 Temmuz 2011… İstanbul/Balmumcu… Dünya Bülteni’ndeki ofisinde Akif Emre bir kitap uzattı… Kitap o dönem Klasik Yayınları’ndan çıkan İhsan hocanın Fuzûlî Ne Demek İstedi? kitabı... “Oku, konuşalım” dedi. Fuzûlî’nin bir şiirinin şerhini İslam düşünce geleneği içinde dolaşarak okuyordum adeta. İslam düşünce tarihinin nasıl okunması gerektiği meselesinin yoğun bir biçimde tartışıldığı bir dönemde böyle bir kitabın elime geçmesi de ayrıca önemliydi. Kitap, muhteva olarak bir düşünce tarihinin nasıl okunması gerektiği bağlamında bir etki bırakırken diğer taraftan İslam düşünce tasavvurunun ne olduğundan hareketle sanki bugün yeniden nasıl düşünebiliriz sorusuna cevap arayıcı ve yol gösterici bir mahiyete sahipti.

Şiiri ortaya çıkaran tarih
12 Temmuz’da Akif Abi’nin ofisinde metni konuştuk uzun uzun. Geçmişi tarih yapmak cümlesini ondan sık duyardım. Eğer geçmişiniz tarihiniz değilse geçmişinizi görebilmeniz, fark edebilmeniz, oraya gidebilmeniz ve bugünü anlamanız mümkün değil. Bununla birlikte geçmişinizi tarih yaptığınızda ancak bir düşünce tarihinizden, hafızadan ve onun size miras bıraktığı bir nazar, rey ve dil’den söz edebilirsiniz. Nitekim bu dil ve hafıza size dünü anlamada, bugünü yaşamada ve yarını görmede bir usûl kazandırır. Böyle olunca da bugünü ve geçmişi görüp okuyabildiğiniz gibi yarını da tahayyül ve tasavvur edebilirsiniz. İşte Fuzûlî Ne Demek İstedi bu bağlamda İslam düşünce tarihinin nasıl görüleceği ve nasıl okunacağı ve bugüne nasıl yorumlanacağı üzerine bir usûl kitabı.
Bu kitabın aslında temel iddiası genelde tarih özelde ise İslam düşünce geleneğiyle ilgili olarak “Nasıl doğru anlarız?” sorusu yerine “Nasıl yanlış anlamayız?” sorusuna bir cevap arayışı. Bunun için de Fazlıoğlu, bugünün dilini ve anlam dünyasını geçmişe taşıyarak değil, geçmişi kendi bağlamında anlamanın yanlış anlamamanın en önemli ilkesi olduğuna dikkat çeker. Kitabın henüz başında “Mahsus olmadan Doğa üzerine, makul olmadan Tanrı üzerine, menkul olmadan Din üzerine, mısdak olmadan Kavram üzerine konuşulmaz” diyerek bağlamını da ortaya koyar. Bir başka deyişle yanlış anlamamanın ilkelerini ortaya koyar. Burada Fuzûlî’nin 
Işk imiş her ne var Âlem’de
İlm bir kîl u kâl imiş ancak
mısraını bir İz ve Gösterge yapan Fazlıoğlu, aslında o şiirin ortaya çıktığı zeminden o şiiri ortaya çıkaran düşünce tarihine dikkat çekerek yola koyulur. Ama mesele o düşünce tarihine dikkat çekerek bir geçmiş hamaseti değil aksine o geçmişin bir hafıza olduğu bilinciyle dildeki ve hayattaki karşılığına dikkat çekmektir. Çünkü tarih geçmişi yeniden kurgulamak değil bugünü yaşamak ve geleceği tasavvur etmektir. Öyleyse bugüne anlam veren bir “şey” bir anlama sahipse hem dün hem de yarın için bir anlama sahip demektir. Bu anlamda İhsan Fazlıoğlu bir şiir üzerinden temsili olarak bir tasvir ortaya koyar. Tasvir bizi herhangi bir görüntüye değil var olan bir gerçekliğe yani görünen bir düşünce uzayına götürür. Tam da burada dil devreye girer. Dilin görünende, düşünce uzayındaki mahalli ve mahaller arasındaki ilişkiler bütünü okuyucuyu bir anlam bütününe götürür ve insana bir nokta-i nazar kazandırır. Çünkü nokta-i nazarınız yoksa manzaranız dolayısıyla görebilme, bakabilme, düşünebilme imkânınız yok demektir.
Fuzûlî ile “Mefhuma yelken açan” Fazlıoğlu yine kendi deyimiyle “Beyit gölünde yüzerek” ilim, ışk, âlem ve kîl u kâl şehirlerine yolculuk yapar. Davud Kayserî’den İbn Sina’ya yaptığı nazar görülmek istenen manzaranın da ipuçlarını verir. Nazar üzerinden aklın tertibi olan tefekkürün ne olduğunu anlatan Fazlıoğlu mütalaa müzakere gibi aklın hareketleri dediği hususlara dikkat çekerek nazar-amel, ilimahlak bütünlüğü üzerinde durur. Tam da burada içinde yaşadığımız kısırdöngüye dikkat çeker. Tarih olmayan geçmişi bugüne taşımakla yaşamı ve hayatı olmayan bugünü tarihe taşımanın aynı şey olduğunu ısrarla belirterek donmanın, kısırlığın ve anlamsızlığın bununla ilgili olduğunu belirtir. Çünkü böyle yapmak, aslında ölü üzerine ölü toprağını biraz daha serpmek ve meseleleri görmezden gelmektir.
İhsan Fazlıoğlu’nun metninde en önemli temel ilke ise anlama ve yorumlama hususundaki esaslı duruştur. Ona göre anlama ve yorumlama yukarıdaki inşa gerekçelerinden dolayı birbirine karıştırıldığı için insanlar esas olarak doğru anlamaktan ziyade yanlış anlamamak için çaba sarf etmelidir. Öyleyse “Yorum, doğru anlamaktan daha çok yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır.” Dolayısıyla “Tarihi bir olgu ve olayın hem kendi bağlamında hem de o bağlamın içinde yer aldığı medeniyet küresinde (dolayısıyla hayat ağı içinde) varlığa gelen bir bilinç içeriği olarak anlaşılması gerekir.” Öyleyse bugün bir sözlüğümüz yoksa dilimiz yok demektir. Ya da dilimiz bize ait değildir. Başka bir dil ile yaptığımız okuma ise okuma olmadığı gibi bir anlama da olmayacaktır.
Fuzûlî’nin ilgili beytini İbn Sina düşüncesinin şiirdeki tezahürü olarak gören Fazlıoğlu ilm, ışk, âlem ve kîl u kâl üzerinden İslam düşünce geleneğinin temel bağlamını da ortaya koyar. Kitabın ilm bölümünde öz olarak amelî ilm’in altı çizilir. Eylemek için bilmenin amacı ve ahlak ilişkisi dikkatle ortaya konur. İlm’i ve ışk’ı önceleyerek anlama çabalarının çeşitliliğini anlatırken aslında ilm ve ışk’ın bütünlüğünü de gösteren Fazlıoğlu bilhassa ilim ve ışk’ın terkib edilme bağlamını da sufiler üzerinden anlatır. Aslında kitap ilm ve ışk arasındaki farklılığa dikkat çektiği kadar bütünlüğe dikkat çekmesiyle de önemlidir. Çünkü modern zihinsel sürecin her şeyi ayırarak öğrenmesi ve öğretmesine karşılık İslam düşünce geleneğindeki terkib etme ve bütün içinde anlama usûlüne uygun olarak Fazlıoğlu da makamsal farklılıklara dikkat çekerek makamsal farklılıkların bütünlüğü bozmadığına işaret eder.

Gurbette garip olanın selim olması gerekir
İlmi önceleyip ışk ve âlemi onun tezâhürü olarak görenlerle ışk’ı önceleyip ilm ve âlemi onun tezahürü olarak görenler özde farklı bir şey yapmazlar. Burada bütünlüğü kaybedip bunlardan herhangi birini önceleyip diğerlerini ayrıştıranlar ise zevale ve anlamsızlığa sebep olurlar. Nitekim dönem dönem benzeri hataların yapıldığına dikkat çeken Fazlıoğlu, Fuzûlî’nin de yaşadığı dönem itibarıyla ışkı önceleyip ilmin ihmal edilmesinden memnun olmadığını söyler. Öyleyse burada bütünlüğün bozulmaması hem düşünce tarihinin yanlış anlaşılmaması için hem de bütünlüğün bozulmaması ve sürekliliğin sağlanması açısından önemlidir.
İhsan Fazlıoğlu İbn Sina sonrası süreci hemen hemen 18. yüzyıla kadar İbn Sina metafiziğinin egemen/belirleyici  olduğu bir süreç olarak kabul eder. Ona göre bu dönemde her düşünür kendi bağlamında onun çizdiği eksen üzerinde düşünür, yazar, çizer. Dolayısıyla İbn Sina ışk, ilm, âlem, kîl u kâl hususunda da ana çerçeveyi çizen insandır. Nitekim İbn Sina için en önemli amaç; aklın nazarî ve amelî güçlerinin kemale erdirilerek nefsin maddî dünyadan kurtularak ilahî dünyaya dönmesidir; ebedi mutluluk budur. Fazlıoğlu, İbn Sina üzerinden anlattığı bir üst dilde birleşme durumunu bir bakıma bugün için de ne yapılması gerektiği üzerinden misal gösterir. Nitekim Fuzûlî’nin dönemi itibarıyla yapmaya çalıştığının da bu olduğunu belirtir. Kitabın sonlarına doğru insanın yerini bilme hususuna dikkat çeken Fazlıoğlu, insanın üç yer idrakinden söz eder. Nere-den, nere-de, nere-ye bağlamında insanın gelişi, dönüşü ve duruşunu ele alır ve soruları ne-yönden, ne-yön-de ve ne-yön-e olarak yeniden düzenler. Yer ve yön sorununu birleştirir. İnsanın garipliğine ve gurbetine dikkat çeker. Buradaki hayatın selametle idamesi için Selam’ın ne olduğunun üzerinde duran Fazlıoğlu, Selam huzurunda salim olmayla selim olmanın önemine dikkat çeker. Çünkü gurbette garip olanın yolculuğunu selametle yapabilmesi için selim olması, teslim olması yoldan çıkmaması gerekir.
Kitabın sonlarında yazılış amacına uygun olarak asıl hususa yeniden dönen Fazlıoğlu benim benzer biçimde ilmî, nazarî, temsilî, irfanî/müşahedeye dayalı düşünme olarak nitelediğim, bilimsel, felsefî, sanatsal ve dinî düşünmenin (bilim, felsefe, sanat, din) dengesini hatırlatır. Bunlar arasındaki çatışmanın bir yıkım değil tahkim olduğunu belirtircesine, sürekliliğin ancak bu biçimde sağlanacağını belirtir. İnsani duyuşların tek boyuta indirgenmesinin hem bugünü anlamada hem geçmişi tarih yapmada yol açacağı sıkıntılara yol açarak geleceği de anlamlandıramayacağını belirtir.
Yeni bir usûl
Fuzûlî Ne Demek İstedi kitabını İhsan Fazlıoğlu’nun özellikle İslam düşünce geleneğini yanlış anlamama bağlamında oluşturmak istediği usûlün bir girişi olarak düşünmüşümdür hep. Nitekim onun İslam temeddününü anlama çabasıyla ilgili seminerlerini dinlediğimde bu düşüncemde yanılmadığımı anladım. Küreler ekseninde hazırladığını bildiğim asıl metin yakında okuyucuyla buluşacak gibi. Fuzûlî Ne Demek İstedi ve benzeri çabaların içinde yaşadığımız yüzyıl bakımından yeni bir usûl ve bakış açısı olarak önemli olduğunu belirtmek isterim. Başta da belirttiğim gibi bugün asıl mesele; bilhassa geçmişle ilgili olarak nostalji, romantizm, kurgu ve inşa etmenin ve kendi doğrusunu dayatmanın ötesinde, onu yanlış anlamamadır. Çünkü doğru anlama iddialarının hepsinin bugünü tarihe taşıyarak nasıl bir geçmiş inşa ettiğini ve kurguladığını görüyoruz. Bu durum ise geçmişi gerçekliğinden kopararak tamamen bugünü teyid edici bir geçmiş oluştururken ortaya da şizofren bir durum çıkarıyor. Oysa ki tarih olmayan geçmiş, gerçekliğini yitirir. Bunun temel şartı ise yanlış anlamama çabasıdır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.