Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hayali bir coğrafyada gerçekçilik arayışları


Gayet iyi
Toplam oy: 1422
Aslı Biçen
Metis Yayınları

Yirmi yıldır babasını arayan ve sonunda hiç ummadığı bir yerde, hiç ummadığı bir şekilde bulan bakkal Cemal’in hikayesiyle başlıyor İnceldiği Yerden... İlk anda o ünlü deyimin bir parçasıymış gibi duran ismin aslında anakaraya incecik bir toprak parçasıyla bağlanan, ada olmasına ramak kalmış bir yarımadayı işaret ettiğini anlıyoruz. Giderek, oradaki hayatların da anakaraya aynı derecede ince bir bağla bağlandığını görüyoruz.

Her şey hem hayali, hem gerçek orada. Yarımada hayali, ama lolipoplar gerçek. Uzun yıllar bakkal Cemal'in içinde ağırdan ağıra yeşeren aşk hayali ama gençliğinde kasabadan ayrılıp yıllar sonra dönen Saliha gerçek...

Aslında kökleri uzun yıllara dayanan ama yine de neredeyse kimsenin beklemediği bir anda gerçekliğe dönüveren bu aşkın evliliğe dönüşme serüvenini izlerken, birden bir sürpriz daha oluyor ve romana belki biraz geç de olsa yeni bir kahraman giriyor: Jülide. Jülide de tıpkı Cemal gibi bir arama ve bulma motifiyle sahne alıyor.

Bir şey aramak her zaman bir gerilim doğurur. Aranan şeyin ne olduğu, bulunup bulunamayacağı,  bulunduğunda beklenildiği gibi olup olmayacağı vs... Roman boyunca da yazarın, yarattığı bu ve buna benzer küçük gerilimlerle romanı hep canlı tuttuğunu görüyoruz.

Jülide, romanın en genç kahramanlarından biri. Henüz lise öğrencisi. Anne babasını bir kazada kaybetmiş. Ninesiyle yaşıyor. Bu Ege sahillerine Aslı Biçen tarafından kurulmuş ve adı Andalıç olarak verilmiş kasabada, amatör bir futbol takımında oynayan Erkan’la gelgitlerle dolu, inişli çıkışlı denebilecek bir aşk ilişkisi var. Küçük nesneleri, özellikle de normalde kendiliğinden hareket eden atomlar, polenler, rüzgarlar gibi nesneleri yönlendirme yeteneğine sahip. Romanın aslında ustaca bir yöntemle gerçeklikten kopacak hale geldiği ama tıpkı üzerinde yaşadıkları yarımada gibi incecik bir şeyle de olsa ona bağlı kaldığı nokta da buradan başlıyor. Sonra yavaş yavaş zaman gibi, rüzgar gibi, sıkıntı gibi, sessizlik gibi doğal varlıklar insani bir iradeleri varmışcasına hareket etmeye ve öyle betimlenmeye başlıyorlar.

Romanın şimdiki zamanından önceki hayatı neredeyse babasını aramakla geçen Cemal’i, romanın ilerleyen sayfalarında başka bir arayış bekliyor. İstanbul’dan imdat çığlığı gönderen, kötü yola düşmüş bir üvey kardeşin peşine düşüyor Cemal. Onunla birlikte o sakin taşra havasından, bir süreliğine büyük şehrin kaosuna giriyoruz; yarımadadan anakara’ya geçiyoruz.

İnceldiği Yerden’de Aslı Biçen harika bir roman dili yaratmış... Ayrıntılar çarpıcı, benzetmeler yaratıcı, gözlemler, saptamalar zekice, betimlemeler neredeyse insanı kendi içine çeken bir melodiye dönüşmüş. Buna karşın anlatımında hissedilir bir doğallık var. Bu doğallık yarattığı atmosfere de yansıyor. Birden kendinizi o yarımadada buluyor, sanki çoktandır tanıdığınız insanları izlemeye başlıyorsunuz.

Aslı Biçen gerçekle gerçekdışı arasında kurduğu o ince dengeyi bütün güçlüklerine rağmen kurmayı ve korumayı başarıyor. Ve roman o inceldiği yerden... hiç kopmuyor.

Ve şöyle başlıyor:

“Yolun sağında, ihmalkârlıkla ovada unutulmuş gibi duran iki kıraç, iğreti tepenin güdük dişleri arasında güneş fersiz bir aydınlıkla gelişini duyurdu. Geceyi baştan sona kat eden otobüs yoldan ziyade saattlerle cebelleşmiş, geriye kalan son dakikaların üzerinde zaferle ilerliyordu. Tepelerin V’sindeki güneş sapan taşı sabırsızlığıyla...”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.