Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hayatla Sanatı İç İçe Geçiren Bir Performans: Duvarlardan Geçmek


Zayıf
Toplam oy: 119
Duvarlardan Geçmek bir otobiyografi olarak okunabileceği gibi bir var olma biçimi olarak da okunabilir. Hepimizin çevrili olduğu duvarları yıkarak geçmenin canlı bir örneği Marina Abramovic’in hayatı. Ailenin, toplumun, ruhun ve bedenin sınırlarını aşmak yolunda bir macera. Öğrenmeye âşık, her zaman bir üst aşamayı denemeye tutkulu sanatçının yaşamına birinci elden tanık olmak çok kıymetli.

Performans sanatının yaşayan en büyük isimlerinden Marina Abramovic, bu yılın başında Türkiye’deki ilk retrospektif sergisiyle Sabancı Müzesi’ndeydi. Sonra Covid-19 salgını başladı ve sergi belirsiz bir tarihe kadar kapandı. Sergiye paralel olarak mart ayında, sanatçının 2016’da yazdığı otobiyografisi Duvarlardan Geçmek Türkçede yayımlandı. Kitap, bütün yaşamını performansa adamış sanatçıyı yakından tanımak için büyük bir nimet. Özellikle çağdaş sanatın anlaşılma güçlüğü düşünülecek olursa, sanatçının yaşadığı coğrafyayı, kültürünü bilmek, yaşamsal detaylarını öğrenmek sanatının kodlarını çözmeyi kolaylaştırıyor. Nitekim kitapta çocukluğundan başlayarak ailesini, Yugoslavya’yı, aşklarını ve sanat kariyerini anlatan sanatçı, samimi üslubunu kitap boyunca koruyarak serüvenine bizi de dâhil etmeyi başarıyor.

Kasvetli, karanlık Yugoslavya

Toplumsal yapının yaratıcı disiplinlerde üretenler üzerinde büyük bir etkisi var. Sanatçıların bakış açılarını şekillendiren bu unsur, özellikle Balkan coğrafyası gibi içinde her daim gergin bir potansiyel barındıran toplumlarda daha baskın. Belgradlı Abramovic’in de, savaş sonrası komünist Yugoslavya’nın çocuğu olduğunu vurgulaması boşuna değil. “Karanlık bir yerden geliyorum. 1940’ların ortasından 70’li yılların ortasına kadarki savaş sonrası Yugoslavya’dan. Komünist bir diktatörlük, Mareşal Tito iktidarda. Her şey her zaman kıt, her yerde kasvet”. Bu öyle bir etki ki ruhsal alandan estetik bakışa kadar belirleyici rol oynuyor. “Komünizm ve sosyalizmle ilgili bir şey var- bu saf çirkinlik üzerine kurulu bir estetik. Çocukluğumun Belgrad’ı, Moskova’nın Kızıl Meydanı’nın anıtsallığına bile sahip değildi. Her şey her nedense ikinci eldi… Yaptığınız her şeye bir baskı hissi ve biraz da depresyon eşlik ederdi”.
Üstelik Abramovic’in ailesi ayrıcalıklı bir çevredendir. Anne ve babası savaş kahramanıdır ve zamanla Tito’ya yakın konumlanırlar. Belgrad’ın merkezinde büyük bir dairede oturan Abramovic ailesi, her türlü imkâna sahip olmasına karşılık mutsuzdur. Aşkla evlenen karı koca arasındaki sevgi zamanla biter, saygıyı da beraberinde götür. Marina bağırış çağırışla geçen günleri dün gibi anımsar. Anne baskın bir figürdür, baba ise kadınlara düşkün. Prematüre doğduktan sonra daha iyi bakılmak için altı yıl evden uzakta, anneannesiyle yaşayan Marina annesinden hiç sevgi görmediğini söyler. Sert mizaçlı anne, Marina’yı komünist disiplinde yetiştirmek amacıyla sıkar. Marina neredeyse 40’lı yaşlarına kadar akşam ondan önce evde olmak zorundadır. Annesinden gördüğü şiddetten de bahseden sanatçı, özellikle ergenlik döneminde içe kapanır. Fiziksel özelliklerini beğenmez ve takıntı haline getirir. “Ergenlik yıllarım umutsuzca tuhaf ve mutsuzdu. Aklımca, okulumdaki en çirkin çocuktum; olağanüstü çirkin. İnce ve uzun boyluydum ve çocuklar bana zürafa derdi”.
Annesiyle olan ilişkisizliğine rağmen, babasıyla dostça bir iletişimi vardır. On dört yaşında babasından istediği yağlı boya setiyle resme başlar. Babası partizan arkadaşlarından birinden resim dersi de ayarlar kızına. İlk resim dersinin Marina üzerinde müthiş bir etkisi olur. “Bir tuval parçası kesip yere koydu. Bir tutkal tenekesi açtı ve sıvıyı tuvale döktü, biraz kum, biraz sarı renk, biraz kırmızı renk ve biraz da siyah renk ekledi. Sonra üzerine yarım litre benzin boşalttı, bir kibrit çaktı ve her şey patladı. ‘Bu bir günbatımı,’ dedi bana. Ve sonra gitti”. Marina kuruyan karışımı duvara asar ve günler sonra baktığında renklerin yok olduğunu, kül dışında bir şey kalmadığını görür. Marina bu deneyimle birlikte zihninde, sanatın belli bir sonuç üretmekten çok sürecin ta kendisi olduğu fikrinin uyandığını söyler. “Bir şeyi oluşturma sürecini ve onun bozuluş sürecini gördüm. Devamlılığı ya da kalıcılığı yoktu. Saf süreçti”.
Belgrad’da performans sanatı
Abramovic, sanatın iki boyutla sınırlı kalmaması gerektiğine, yaşamın içinde yaşamla yoğrulursa anlamlı olacağına inanır. 1969’da Slovenyalı sanatçı grubu OHO’nun Belgrad’da gerçekleştirdiği performansı izlemesiyle aradığı ilhamı bulur. Sanat pek ala kullanılan eşyalarla, gündelik yaşam pratikleriyle, bedenin kendisiyle yapılabilir. Beden Abramovic’e göre sonsuz bir güce sahiptir. Onu esneyebildiği kadar esnetmek, acıyı da mutluluğu da içeren yapısını olabildiğince zorlamak sanatının özünü oluşturacaktır. Performans sanatı dönemin Belgrad’ı için çok cesurdur. Devletin sanat üzerindeki baskısı katıdır, yeniliklere kapalıdır. “Belgrad’da devlet sanatı denetliyordu ve devletin sanattan anladığı tek şey ofisleri ve parti üyelerinin dairelerini dekore etmekti”. Böyle bir anlayışta Abramovic’in sanatıyla kabul görmesi mümkün değildir.
Öğrenci Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği birkaç performansla başta annesi ve sonra akademi çevreleri tarafından dışlanır. O da çareyi Avrupa’da bulur. Avrupa cesur sanatı için kapı açar Marina’ya, kısa sürede ismi duyulur. Yaptığı performanslarla insani bütün duyguları hem yaşar hem de yaşatır. “İnsanlar çok basit şeylerden korkar: Bizi acı çekmek korkutur, bizi ölüm korkutur. Benim Rhythm 0’da yaptığım şey bu korkuları seyirciler için sahneye koymaktı: Onların enerjisini kullanarak kendi bedenimi mümkün olduğunca zorluyordum. Bu süreçte ben de kendi korkularımdan kurtuluyordum. Ve bunlar yaşanırken seyirci için bir ayna haline geliyordum- ben bunu yapabiliyorsam, onlar da yapabilirlerdi”.
Sanatla hayata tutunmak
Amsterdam’a giden Abramovic, orada fotoğraf sanatçısı Ulay ile tanışır. Birbirlerine ilk bakışta aşık olan çift, hem yaşamı hem de sanatı paylaşmaya başlarlar. Performans alanında yaptıkları cesur işlerle ikili olarak ünlenirler. Artık onlar için performans hem bireysel hem de çift olarak birbirlerine karşı bedensel ve ruhsal dayanıklılıklarını test etmek anlamına gelir. Yaşadıkları karavanla ülkeden ülkeye gezerler, ses getiren birçok performans sergilerler. Sanat onlar için bir tür arınma ve kendini bulma biçimidir. Seyirciyi de dâhil ettikleri işler yaşamdan bir parçadır. Bir müddet sonra ayrılsalar da Abramovic bunu da sanata çevirmeyi bilir. Yaşadığı acıyı, Uzakdoğu’da çekildiği inzivayı, tanıştığı Tibetli keşişleri performans olarak sunar. Sanat sayesinde tekrar yaşam enerjisini bulur.
Duvarlardan Geçmek bir otobiyografi olarak okunabileceği gibi bir yaşama tutunma, var olma biçimi olarak da okunabilir. Hepimizin çevrili olduğu duvarları yıkarak geçmenin canlı bir örneği Marina Abramovic’in hayatı. Ailenin, toplumun, ruhun ve bedenin sınırlarını aşmak yolunda bir macera. Öğrenmeye âşık, her zaman bir üst aşamayı denemeye tutkulu sanatçının yaşamına birinci elden tanık olmak çok kıymetli. İstanbul’daki sergiyi kitabı okuyup gezebilme şansımız olmadı ama salgının bitip serginin yeniden açılmasına dair umudumuz hâlâ var. O zamana kadar Abramovic’i takip etmeye ve kitaptan aldığımız ilhamla dolup taşmaya devam.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.