Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her şey bu kadar edebi olmalı mı?


Şahane
Toplam oy: 767
Enrique Vila Matas // Çev. Seda Ersavcı
Jaguar Kitap
İspanyol edebiyatının yaşayan efsanelerinden biri olarak kabul edilen Enrique Vila-Matas’ın bir labirente benzetebileceğim bu romanı, edebiyat tutkusunun kurbanı bir yazarı resmediyor.

Edebiyatın nerede bittiği, gerçek hayatın nerede başladığı, hem okur hem de yazar için zaman zaman netliğini yitirebiliyor. Hem yazan hem de okuyan biri olarak bazen metnin içinde kaybolduğum, bazen de gerçek hayatın içinde kaybolup tam tersine metnin içinde kendimi –ve yolumu– bulduğum oluyor. Bu iç içelik, hatırlanan herhangi bir olayın dün mü yaşandığı, yoksa gece yatmadan önce okunmuş kitaptaki kahramanın başına gelmiş bir şey mi olduğu, yoksa rüyada mı görüldüğünü bilemeyecek kadar bulanık bir hal alabiliyor. Veyahut nicedir aradığımız bir yanıtın o gün elimize geçiveren bir kitapta karşımızda belirdiği de olabiliyor. Bunun kitaplarla iç içe yaşayan herkesin başına zaman zaman geldiğine eminim, ki biraz da efsunlu diyebileceğim tuhaf âlemde yaşamımı sürdürmekten pek şikayetçi değilim açıkçası. Belki de bu yüzden bu iki arada bir derede dünyadan seslenen, gerçekle kurmacanın ortasında salınan ve doğrudan bu ikilik etrafında kurgulanan kitaplara ister istemez çekiliyorum. Çünkü yazarın yarattığı karakterlere, gerçeğin de hayale karıştığı bu hikayeler, ne anlattıklarından bağımsız okura çok farklı bir okuma macerası yaşatıyor.

 

 

 

Jaguar Kitap’ın seçkisi her daim iştah kabartıcı ama son yayımladıkları kitap Montano Hastalığı tam da yukarıda bahsettiğim sendromun etrafında dolaşıyor. Hatta durumu bir adım öteye taşıyıp buna bir “edebiyat illeti,” yani iyileşmesi gereken bir anomali, aksi takdirde “normal” bir hayat sürmeye engel bir durum gözüyle yaklaşıyor. İspanyol edebiyatının yaşayan efsanelerinden biri olarak kabul edilen Enrique Vila-Matas’ın bir labirente benzetebileceğim romanı, okudukları, yazdıkları ve yaşadıkları üçgeninde hem zorlu hem de epey “edebi” bir hayatta kalma ve yazma/yazamama mücadelesi veren, edebiyat tutkusunun kurbanı bir yazarı resmediyor. Hikaye onlarca –yazarın okuduğu ve durmaksızın referansta bulunduğu– eserin açtığı yoldan ilerlerken, yazarın gündelik yaşamı böylelikle okurun nazarında bir edebiyat yolculuğuna dönüşüyor. Bu kafası az biraz karışık edebiyat tutkunu adam, engin edebiyat bilgisiyle insana bir yandan okuma listeleri yaptırırken, bir yandan da “fazla” edebiyatın bir insanın hayatını nasıl tarumar ettiğini gözler önüne seriyor. Onu nasıl gerçeklikten koparıp en basit ilişkilerini bile bir kitaba gönderme yapmadan yürütemediğini, her şeyi edebiyat üzerinden anlamlandırmaktan ve kendinden önce yazmış/yaşamış olanlar ile kendi yazdıkları/yaşadıkları arasında yolunu bulmaktan yorgun düşse de bu çılgınlıktan bir türlü vazgeçemediğini aktarıyor. Kurtulmak için yola çıkıyor, edebiyatla ilgisi olmayan insanlara yanaşıyor –ama edebiyat (ve keder… ve ölüm) her taşın altından çıkıp hastalığını tekrar azdırıyor ve kahramanımız sonunda isyan ediyor: “…her şey bu kadar edebi olamaz…” Yazar, kişisel savaşının yanı sıra edebiyat dünyasında başka, daha genel bir savaşın da sürmekte olduğuna işaret ediyor: kendi hastalığının beraberinde edebiyatın da hastalandığından bahsediyor. “Yirminci yüzyılın başında ölümün kıyısında olan edebiyat” dediği günümüz edebiyatının “bir yığın berbat kitap” ile zor bir durumla karşı karşıya kaldığından şikayet ediyor ve edebiyatı kurtarma niyeti kendini kurtarma mücadelesine ekleniyor.

 

Baştan sona aynı kişinin ağzından, sade bir dille bir günlük biçiminde kaleme alınmış Montano Hastalığı, birbirini –bile isteye– yanlışlayan gerçekliklere işaret edebilen farklı bölümlerden oluşuyor. Günün sonunda meydana gelen büyük metin sık sık felsefenin, edebiyatın alanına girdiği gibi, yazar zihninin gündelik açmazlarına da yakından bakıyor. Bir roman olarak hevesle okunacağından emin olduğum kitap, okuru gerçek ve kurmaca, edebiyat ile hayat üzerine düşünmeye itecektir. Ayrıca güncel edebiyat tartışmalarına yeni bir bakış açısı getirmesi de ihtimal. Bu kitabı okurken civarda kalem kağıt bulundurun: Unutmamak için not almak isteyeceğiniz çok şey olacak.

 

 


 

 

Görsel: Seda Mit

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.