Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her yer Copacabana


Vasat
Toplam oy: 854
Umberto Eco // Çev. Eren Yücesan Cendey
Doğan Kitap
Umberto Eco, Sıfır Sayı'da komplo teorileri üzerine kurgulanmış, ciddiyetle mizahı harmanlayan, çok katmanlı bir hikaye anlatıyor. Yüzeyde polisiye tadında bir hikaye akarken derinlere doğru inildiğinde siyasi ve toplumsal eleştiri ağır basıyor.

Umberto Eco, Sıfır Sayı’da –bir kez daha– komplo teorileri üzerine kurgulanmış, ciddiyetle mizahı harmanlayan bir hikaye anlatmış. İki aylık anlatı zamanına İtalya tarihinin pek çok önemli olayını sığdırmasına rağmen Eco’nun diğer romanlarına  kıyasla –hacim anlamında– kısa bir roman bu. 

 

Hikaye şöyle: 6 Haziran 1992 sabahı uyanan –romanın anlatıcısı ve kahramanı– Colonna evde suların akmadığını fark eder. Vanalar kapalıdır ama vanaları kendisi kapatmamıştır. Bu durum onu akşam birilerinin evini karıştırdığına dair komplo teorileri üretmeye sevk eder. Paranoyak olduğu için değil; Colonna’nın evinde yakın zamanda faili meçhule kurban giden bir gazeteci meslektaşından aldığı –içinde siyasi çalkantılara yol açabilecek– bir disket vardır. Ölüm korkusunun can verdiği anıları onu bu serüvenin en başına döndürecek, Colonna, bu kördüğüme nasıl dolandığını –çok gerilere giderek– düşünmeye başlayacaktır. 

 

Kaybedenlerden biri

 

 

Anlatıcı Colonna, elli yaşında, kendi ifadesiyle bir “looser,” yani kaybedenlerden biri. Büyük umutlar beslediği üniversite eğitiminde hüsrana uğramış, gazetelere yazmaya heveslenmiş ama ancak bazı yerel bültenlerde iş bulabilmiş, kasaba tiyatrolarının gösterileri, turne için gelmiş kumpanyaların seyirlikleri hakkında eleştiriler kaleme almaktan öteye gidememiş. Sonra Milano'da küçük yayınevleri için düzelti yapmış, bir başka yayınevi için ansiklopedi maddelerini gözden geçirmiş. Bu sayede, paraya ve başarıya tahvil edilemese bile pek çok konuda malumat sahibi olmuş, pek çok kaybeden gibi derin bilginin hazzını tatmış ve bütün kaybedenlerin kurduğu hayalle yaşamış: Günün birinde ona şöhret ve varsıllık kazandıracak bir kitap yazmak. Bu konuda da talihi yaver gitmemiş elbette...

 

Sonunda elli yaşına gelip, Simei adlı bir gazeteciden aldığı teklife “evet” yanıtını verdiğinde, kötü kaderini bu kez yeneceğini düşünecektir kahramanımız. Anlaşmaya göre “yazı işleri sorumlusu ya da benzeri bir şey” sıfatıyla bir yıl boyunca bir günlük gazete için hazırlanan 12 “sıfır sayı”yı yönetecek ve “asla çıkmayacak olan bir günlük gazetenin hazırlanışıyla geçen bir yılın öyküsü”nü anlatan bir kitap yazacaktır.

 

Gazetecilikten ziyade medya aracılığıyla gücüne güç katmak isteyen zengin bir adamın yatırdığı sermaye ile işe başlayan ikili, yanlarına da medya dünyasına küs birkaç gazeteci katarak yola koyulurlar. Kısa bir süre sonra ekibe katılanlardan birisi şöyle bir yakın İtalya siyaseti haberi atar ortaya: “Öldüğü sanılan Mussolini’nin gölgesi 1945 yılından günümüze kadar bütün olaylara damgasını vuruyor ve onun gerçek ölümü bu ülkenin tarihinin en korkunç dönemini başlatıyor, stay-behind, CIA, NATO, Gladio, P2, Mafya, gizli servisler, yüksek rütbeli askerler, Andreotti gibi bakanlar, Cossiga gibi Cumhurbaşkanları ve elbette içine sızılmış ve uzaktan idare edilmiş aşırı sol terör örgütlerinin büyük bölümü gündeme geliyor. Moro’nun kaçırılıp öldürülmesinin nedeninin bir şeyler bilmesi ve konuşmaya yeltenmesi olduğunu hiç söylemeyeceğim bile. İstersen görünürde siyasi bağlantısı olmayan küçük cinai olayları da ekleyebiliriz.”

 

Colonna bu büyük komplo teorisine önce kulak asmaz. Ancak arkadaşı bir cinayete kurban gidince, haberin içeriğini bilen yegane kişi olarak sıranın kendisine geldiğini düşünecektir. Peki gidilecek bir yer bulabilecek midir?

 

Eco’nun kara mizahı

 

Eco’nun ilk romanı Gülün Adı, barındırdığı tarihi bilgiler ve ağır felsefi tartışmalara rağmen beklenmedik bir okuyucu kitlesine ulaşmış, ülkesinde zaten tanınmış bir araştırmacı olan Eco’ya uluslararası bir şöhret sağlamıştı. Sonraki romanlarında da tarih içerisinde gezinmeyi sürdürdü Eco. Yeni romanında anlatı zamanı güncel belki ama hikayeyi bir kez daha tarihsel geri plan biçimlendiriyor. 

 

Eco’nun özellikle son romanlarında “aklın canavarlar üreten” düşünce tarzlarının parodisi yapılır. Bu düşünce tarzları her ne kadar komik olsa bile yarattığı sonuçlar trajiktir. Hafıza, hafızanın oynadığı oyunlar, hakikat yitimi Eco’nun sevdiği meselelerdir. Sıfır Sayı’da da Colonna karakteri özelinde hem müthiş bir takıntılı kaybeden tipi yaratmış hem de söz konusu meseleleri alttan alta yedirmiş hikayesine. Colonna her ne kadar, “en azından şimdilik her şeyi bütün netliğiyle anımsıyorum,” dese bile, hafızasında canlananların ne kadarı gerçek, bilemiyoruz; çünkü, “hafıza işbirlikçi bir hayvandır, insanı memnun etmek için can atar, sunamayacağı şeyi de kendi uydurur, boşlukları itina ile doldurarak...”

 

Çok katmanlı okumalara açık romanlar yazıyor Eco. Yüzeyde neşeli, biraz polisiye tadında, heyecanlı bir hikaye akarken derinlere inildiğinde siyasi ve toplumsal eleştiri ağır basıyor. Sıfır Sayı’da önce medyayı, yayın dünyasını, entelektüelleri iğnelemiş, çuvaldızı siyasetçilere ve topluma batırmış: “BBC’nin anlattığı her şeyi önce kabullenmeyi ve sonra unutmayı başardıysak, bu demektir ki utanç duygumuzu yitirmeye alışıyoruz. Bu akşam kendileriyle röportaj yapılan herkesin şu ya da bu eylemlerini nasıl sükûnetle anlattıklarını gördün; üstelik hepsi sanki bir madalya beklentisi içindeydi. Barok dönemin ışık-gölgesi yok artık, Karşı reform bitti, alış ve satışlar en plein air yaşanıyor; sanki herşeyi empresyonistler çiziyor: yetkili yozlaşma, Mafia elemanı parlamentoya resmen giriyor, kaçakçı hükümette yer alıyor ve Arnavut tavuk hırsızları hapse atılıyor. Efendi insanlar BBC’ye inanmadıkları için, daha süprüntü bir şeye yapışıp kaldıkları, bu akşamki gibi programları seyretmedikleri için kalleşlere oy vermeyi sürdürecekler; önemli biri öldürüldüğünde, bir devlet cenazesi yapıldığında, herkesin televizyon karşısına geçtiği saatte Vimercate’nin satış kanalları yayına başlayacak. (...) Beklemek yeter: kesinlikle üçüncü dünya haline geldiğinde ülkemiz yaşanabilir bir yer haline gelecek ve –şarkının dediği gibi– her taraf Copacabana, kadın kraliçe, kadın hükümdar olacak."

 

Ne kadar da Türkiye Cumhuriyeti’nin düştüğü duruma benziyor değil mi?

 


 

* Görsel: Burak Dak

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.