Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hikaye anlatıcı, Berger


Şahane
Toplam oy: 218
John Berger // Çev. Beril Eyüboğlu
Metis Yayıncılık
Portreler’i Berger’ın kişisel sanat tarihi kitabı gibi okumak mümkün tabii; ama kitabın asıl gücü ve önemi, zaten bildiğimizi düşündüğümüz resimleri bambaşka bir gözle yorumladığı, düşünmeyeceğimiz bağlantılar kurduğu sayfalarında.

1987 Haziran’ı, 16 yaşımdayım; Ankara’dan Tire’ye, anneannemin evine gelmişiz. Şimdi takvime bakınca, Ramazan bayramı için gelmiş olmamız gerektiğini anlıyorum. Üç aydır, kapakları, konuları dikkatimi çeken bir dergiyi takip etmeye başlamışım; büyük çoğunluğunun adını hayatımda hiç duymadığım insanların şiirlerini, yazılarını, resimlerin, karikatürlerini merakla takip ediyor, 16 yaşında bunlar ne kadar anlaşılabilir, öğrenilebilirse, okuyor, öğreniyorum. Derginin haziran sayısı o günlerde çıkmış; evden çıkıp anacaddeyi yokuş aşağı takip ederek Tire meydanına yaklaşırken sağdaki (kitap da satan) büyük gazete bayiine gitmeyi, buradan gazete alıp gelmeyi, dükkanın gazete mürekkebi kokusunu seviyorum; işte bu dükkandan Gergedan’ın 4. sayısını alıyorum. Bir zamanlar Pazar Postası diye bir dergi çıkmış olduğu, Pazar Postası’nın İkinci Yeni diye bir akımda önemli bir yer tutmuş olduğunu, Cemal Süreya, Ahmet Oktay, Ece Ayhan diye birilerinin (daha iyi tanıdığım Ülkü Tamer ile birlikte) bu dergide yazmış olduğunu bu sayıdan öğreniyorum. Dergideki Woody Allen’ın mizah öyküleri eğlendiriyor beni, ama asıl Borges’ten şiir çevirileri, bunlar arasındaki “Bilimde Kesinlik Üstüne” şiirinin tuhaf tipografisi, bu şiirinin konusu olan harita paradoksu beni uçuruyor. Dergide Oktay Rifat’ın yeni şiirleri de var; ama ben henüz Oktay Rifat’ı anlayacak, takdir edecek yaşta değilim.

Dergide, bir de, “özel” bir bölüm var; John Berger diye biri (belli ki tanıtılmaya gerek duyulmayacak kadar önemli biri — kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok) dergiye özel, kısa metinler vermiş; Caravaggio resimlerine yazdığı “7 resimaltı” İngilizce ve Türkçe olarak sunulmuş. Caravaggio’nun ismiyle de, resimleriyle de ilk defa karşılaşıyorum; o zaman bile, Berger’ın bu resimlere bakarken gördükleri, dünyada böyle tuhaf, bambaşka resimler olması, bu resimlerin böyle tuhaf bir dikkatle —mesela, okuyucunun dikkatini muzaffer Eros’un kanadının vücuduna dokunmasına dikkat çekerek— okunabilmesi beni çok şaşırtıyor.


Bu anılar, yıllar içinde kafamda birbirine karışmış; Berger’ın Caravaggio notları ile Aesopos üzerine denemesi iç içe girmiş. Öyle ki, bu karışıklık yüzünden, Velázquez’in Aesopos portresini de hafızamın çekmecelerinde uzun süre Caravaggio’ya yazmışım. Neyse ki dergiler hâlâ elimin altında; neyin ne olduğunu teyit edebiliyorum: Aynı sayıda değil, derginin bir sonraki sayısında, Berger’ın Velázquez’in Aesopos portresi üzerine kaleme aldığı “Ezop İçin Bir Öykü”sünün çevirisi yayımlanmış. 16 yaşımda bu denemeden ne anlamıştım? Dergide iki kez (bir kez tam boy, ikinci kez Aesopos’un yüzünü zoom’layarak) tekrarlayan portredeki yüz ifadesi aklıma çakılmıştı; o günlerde, Gergedan dergisine hiç benzemeyen kitaplarda karşıma çıkan didaktik masalların ötesinde bana pek birşey ifade etmeyen Aesopos’un böyle portresi, yüzü olabilecek bir karakter, kanlı canlı bir kişi olarak hayal edilebileceğini görmek, bu karakterin böyle anlamlı bir yüz ifadesi olması beni şaşırtmıştı; Berger’ın bu yüz ifadesi üzerine, Aesopos’un bakışları üzerine yazdıkları anlamış, unutmamıştım. (Bugünün gözüyle bakınca: bu yazıyı, o sırada henüz 19 yaşındaki, edebiyat dünyasına girişini Gergedan’ın bir önceki sayısında yayımladığı öyküsüyle yapmış Cem Akaş çevirmiş. Yazının asıl temalarını —yaşlılığın gözüyle dünya, hikaye içinde hikâye…— 16 yaşındaki ben kaçırmıştım, yazının çevirmeni gayet iyi “anlamış”tı belli ki; peki, kendisi 19 yaşındayken, 60’lı yaşlarındaki Berger’ın yaşlının gençlere bakışı hakkında yazdığı cümleleri çeviren Cem Akaş, o gün bu cümleler hakkında ne düşünmüştü, bugün geri dönüp okuyunca ne düşünür?)

Bir sonraki sahnede, 30 yıl sonra, 2017’deyiz. John Berger’ın 90 yaşına gelmesi (ve kısa süre sonra ölümü) nedeniyle BBC’de arka arkaya Berger’la ilgili programları yakalamaya başladığımda bu naiflik çoktan geride kalmış tabii. Görme Biçimleri’nin kitabını ve orijinal televizyon serisini epey iyi tanıyor, Berger’ın diğer kitaplarını yeterince okumuş olmasam bile dergi yazılarını yıllardır takip ediyor, kim olduğunu, bize gerçekten de yepyeni görme biçimleri sunan, bunu yalnızca yazısıyla değil, sesi ve görüntüsüyle de büyük bir hitabet ustalığıyla aktaran biri olduğunu biliyordum artık.

Bilmediğim, farkında olmadığım ise asıl temel bilgiymiş: 16 yaşımdayken aklıma çakılmış olan o Aesopos yüzü, aynı zamanda bir John Berger otoportresiymiş meğer. John Berger’ın Görme Biçimleri’ndeki genç yüzüne alışık olduğumdan, yaşlanınca neredeyse birebir Velázquez’in Aesopos’una benzediğini bilmiyordum; yaşlı Berger ile uzun uzun konuşulan bir belgeselde, tam “yaşlanınca Gergedan’daki Aesopos’a dönüşmüş…” diye düşünürken, Berger da elinde bu tablonun bir kartpostalıyla bu Aesopos’u bir otoportre olarak gördüğünü anlatmaya başlayınca parçalar ardı ardına yerine oturuverdi—meğer, Gergedan’daki denemede de, bunu hiç açıkça söylemese de, aslında kendini de anlatıyormuş Berger.

Sahiden de, 70 yıllık çalışma hayatı boyunca resimle, filmle, şiir, roman ve denemeyle uğraşmış bu adamın kendini her şeyden önce bir hikaye anlatıcısı olarak tanımladığını nihayet idrak etmiştim: Berger, kendini en eski hikaye anlatıcılarından Aesopos’la özdeşleştirecekti tabii; Velázquez’in Aesopos portresi ise, göz altı torbalarıyla, dünyanın acısını, düş kırıklığını görmüş, ama gururunu elden bırakmamış bir münzevinin bakışıyla, yüz ifadesiyle, duruş olarak de Berger’ı resmediyordu.

Berger, demek ki, 70 yıl boyunca yazısı, sesi, yüz ifadesi, çizimleriyle bizlere hikayeler anlatmış; görmediklerimizi göstermiş, dünyaya başka türlü bakmamızı sağlamış — bunu yaparken hep temel meselelerine, insanların insanlara yaptığı kötülüklere, bugünkü dünya düzeninin paraya tapma etrafında kurulmasının kötü etkilerine, çağdaş tercihlerimizin yok ettiği, ezdiği hayat biçimlerine tekrar tekrar dikkat çekmiş.

Berger’ın bir parçası olduğu Britanya kültürü, dış dünyayla, hele bizim gibi “fakir” memleketlerle daha çok turistik-gastronomik açılardan, iş ciddiye binince de siyasi ve ticari tahakküm açısından ilgilenmeye teşne bir kültür. Berger ise bu dışa kapalılığın tam zıddına giderek, hep uluslararası kültüre, uluslararası dayanışmaya önem vermiş; başka edebiyatları, başka insanların dertlerini sahiden anlamaya ve anlatmaya çalışmış. Bu tercihinde, büyük olasılıkla, kendi ailesinin göçmen geçmişinin, sanat hayatının başında, ressamlıkla uğraştığı yıllarda faşizmden Britanya’ya kaçmış uluslararası aydınların arasında yaşamış olmasının ve bu ilişkilerden öğrendiklerinin büyük etkisi var.

 

 

Tüm yazı hayatının özeti


Geçen ay içinde Türkçesi yayımlanan Portreler, John Berger’ın arşivini de emanet ettiği Tom Overton’un hazırladığı, Berger’ın ressamlar üzerine denemelerinden yapılmış hacimli bir derleme. Berger’ın yazı hayatının çok önemli bir kısmını belgeleyen yaklaşık 500 sayfalık bu cilt, Berger’ın ömrü boyunca üzerine çalıştığı tüm bu meseleleri derliyor ve örnekliyor. (Kitabın henüz Türkçeye çevrilmemiş bir kardeşi de var: Manzaralar.) Kitap, İngilizcede Berger’ın 2 Ocak 2017’deki ölümünden kısa süre önce (2015’te) yayımlanmıştı.

Tom Overton, kitaptaki 74 denemeyi yazılış sırasıyla değil, söz konusu ressamın yaşadığı döneme göre sıralamış; kitap, Chauvet mağara resimlerinden, Feyyum portrelerinden başlıyor, tüm resim sanatı tarihini tarayıp 1983 doğumlu Randa Mdah ile tamamlanıyor. Berger, kitap boyunca, anlatım biçimlerini nasıl renkle, çeşitlilikle, şaşırtmacalarla kullanabileceğini gösteriyor: Bir resimde kolay kolay göremeyeceğimiz bir ayrıntı bir köy anısıyla (ve sığır gütme sanatının incelikleriyle), bir ressamın sahici bir resmi, aynı ressamın hiç yapmadığı (yapamayacağı) hayali bir tablonun aynı ciddiyetle tasviriyle, bir resim üzerine yazdıkları müzelerdeki hayat üzerine nefis bir kara mizah parçasıyla, bir konu üzerine yaptığı spekülasyonlar bu konunun Beckett’vari bir tiyatro formunda tekrar işlenmesiyle iç içe geçiyor. Kitabı, Berger’ın kişisel sanat tarihi kitabı gibi okumak mümkün tabii; ama kitabın asıl gücü ve önemi, zaten bildiğimizi düşündüğümüz resimleri bambaşka bir gözle yorumladığı, resimlerin bambaşka taraflarını gösterdiği, düşünmeyeceğimiz bağlantılar kurduğu sayfalarında. Juan Muñoz hakkındaki 65. denemenin Nâzım Hikmet’e mektuplar formunda yazılmış olması da Türkçe edebiyat meraklıları için heyecan verici tabii. Yukarıda uzun uzun anlattığım, benim için tüm bu hikâyeyi başlatmış olan Velázquez’in Aesopos’u ile ilgili denemesi de kitabın 16. yazısı.

Berger’ın her yorumuna katılmayabiliriz; bazı gördüklerini göremiyor, bambaşka şeyler görüyor olabiliriz; düzyazı formlarını her açıdan zorladığı kurguları, geçişlerini belki her zaman takdir etmeyebiliriz. Yine de, Berger’ın insanlığın neredeyse tüm görsel yaratıcı geçmişini kapsayarak bugüne bakmasını, ölülerin sözlerini, işlerini, meselelerini, yüz ifadelerini, tenlerini hep bugüne getirip bugünkü dertlerimizle bağlantılandırmasını okumaya hepimizin ihtiyacı var: Bugünün dünyasının meseleleriyle mücadele ederken yalnız olmadığımızı; bakmayı, görmeyi bilirsek bizden önce yaşamış olanların benzer meselelerle mücadele ederken bıraktıklarına ulaşabileceğimizi, onlardan destek alabileceğimizi bilmek için.

 

 

 


 

 

Görsel: Velázquez, Aesopos, 1638.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.