Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!



Toplam oy: 1080
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınevi
İhsan Oktay Anar kelimeleri kuyumcu gibi işliyor, dokuyor, havaya atıp tutuyor. O nefis Osmanlıca hâkimiyeti, Türkçe bilgisi ve benzersiz üslubuyla bizi mest ve meftun ediyor.

İhsan Oktay Anar’ın yeni kitabı Galîz Kahraman, unutulmaz kahramanı İdris Âmil Efendi Hazretleri ile karşımızda... Hem çok sayıda hayranı olan, hem de kült bir yazarın tutkun okurlarına sahip İhsan Oktay Anar, iki yıllık bir aradan sonra Galîz Kahraman ile hasret gideriyor. Bizim kuşaktan kalanlar bilir ama diğerleri için “galîz”in anlamını TDK Sözlüğü’nden naklen bildirelim: “Kaba ve çirkin, iğrenç.”

 

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde de “Zayıf, cılız” olarak geçiyormuş ki, eyvallah, kabulümüzdür. Zaten yaratana kurban olduğumuz İdris Âmil Efendimiz de, mübarek fakat çirkindir, boyu da hayli kısadır.

 

İdris Âmil Hazretleri, anasının babasının bir kuzusu. Yazımızın başlığı olan zarif ve latif nida da ona ait. Doğuştan sünnetli olan hazret, “Mâderinin sütü bol bereketli olduğu için” dört yaşına kadar emzirilmiş. Gerçi boyu bir hayli kısa ama, Efendimiz kendini öyle bir beğeniyordu ki, böyle şeylere ehemmiyet vermiyor. Hatta, “Leonardo nâm bir sanatkârın daire içine çizdiği, kollarını bacaklarını açmış o sözüm ona mükemmel insan bedeni”ne, onunkine benzemiyor diye kusur bulmuş; dahası sanatçıyı, elips yerine daire kullandığı için suçlamış. Elbet, çünkü İdris Âmil Efendimiz, kainatın güneşi. Âdemoğlunun da onu model alıp doğru yolu seçmesi gerekiyor...

 

 

Böyle kolaycılıkları sevmesem de ve aslında arka kapak yazılarının alıntılanacak kadar mükemmel olması pek nadir olsa da, İhsan Oktay Anar’ın, okuru haline acımak ile tez elden gırtlağını sıkmak ikilemi içinde bıraktığı kahramanını (galîz mi galîz) layıkıyla anlatan özet, kitabın arka kapağında: "Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikâyesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebâline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadîm zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi olarak insan olmanın, ‘olmasa da olur’ hâlini icrâ etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bâkir tâcizcisi olmak, sonuna kadar hakkıdır. Sıradanlığın üst insanıdır o. Âsiliğiyle asîlleşememesi umurunda bile değildir. Onun umurunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kâinâtı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur."

 

Ya çoğunluk gibi mi yazsaydı?

 

İdris Âmil Hazretleri, sünnetli doğması ile postnişinlik umutlarına kapılan ailesinin gayretlerine rağmen Kuran kursundan vakitsiz ayrılır. Cümle itirazı da tek bi sayha ile kesiverir: “Nah-ha!” Cins-i latif fevkalade ilgisini çekmeye başlamıştır. Onların kendisine kul kurban olmaları için bir alanda parlaması gerektiğini de idrak eder. Asalet, delikanlılık ve kabiliyet mertebelerini gözden geçirir. Gerçi bir Kasımpaşalı olarak yeraltı aristokrasisine zaten mensup sayılır ama gelin görün ki iş bununla bitmiyor, makam mertebe kapmak gerekiyordur. Babalar Kıraathanesi’ne müracaat eden İdris Âmil’e gerçi anında çıyanlık bakaloryası verilir ama iş onunla bitmez. Rumeli Külhanbeyi Yarma İskender Âbimiz’in de huzuruna varmak gerekmektedir. Ancak, İskender Sultanahmet Cezaevi’ndedir. Hazret de hemen oraya intikal eder. Nasıl mı?

 

İhsan Oktay Anar, kısmen alıntılamaya kısmen de haddimi aşarak taklide yöneldiğim nefis üslubu ve gerçekten manevi tatmin veren kusursuz lisanıyla, bu olayı şöyle anlatıyor: “Efendimiz’in buraya girmesi için bir cürüm işlemesi, meselâ pos bıyıklı mahalle bekçisinin mâbâdına, Yaradan’a sığınıp bir tekme atması gerekiyordu. Attı da! Âferin! Pîr olsun! Karakolda dayak yemesi gerekiyordu. Yedi de! Bravo! Can kurban! Hey! Hey! Hey! (...) Ne var ki daha ikinci günde Efendimiz Hazretleri’nin, hâşâ, maçası sıkmamış, (...) gizli gizli ağlar olmuştu. Olsun, yine de can kurban!”

 

İdris Âmil sonunda şöhret sahibi olup kadını-kızı hayran etmenin başka bir, hatta iki yolunu bulur. Artiz olmak ya da, en iyisi, şair olmak. Böylece edebiyat âlemine nüfuz edip şiire vâkıf olma çabaları başlıyor ki, yazar bununla, herhangi bir hedef göstermese de, her şeyi, herkesi içeren bir tablo çiziyor. Anlattığı dönemin 1940’lar-1950’ler olduğunu tahmin ediyorum, ama sözünü ettiği değerler ve değersizlikler günümüz için de geçerli.

 

Mizah da yerli yerinde, ama kara bir mizah bu. İdris Âmil Efendimiz önce herhangi bir kadının, sonraları da gözüne kestirdiği güzeller güzeli bir müteahhit kızının peşinde koşarken, edebi hayallerini kovalarken türlü âleme girip çıkıyor. Başını Muhtar’ın çektiği hırsızlar âlemi, en fazla oyalandığı yer. Ben bu âlemde en çok, arabanın bagajına saklanan küçük çocuğu sevdim. Aradan elini uzatarak arka koltuktaki oturan herkesin cebini boşaltıyor, hatta Efendimizin de. Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!

 

Öte yandan, Ümmü Gülsüm Kıraathânesi ile başlarındaki Hoca ile Sanatkâr Müellif Kursu talebeleri, hem içler acısı hem de şahane. Kısa bir bölüm sunalım: “Ocakçı, üzerine sigara dumanından sararmış bir dantel örttüğü lambalı radyoyu Kahire’ye ayarlamış, her zaman olduğu gibi meşhur şarkıcı Ümmü Gülsüm’ü dinliyor ve bangır bangır dinletiyordu. Zamanla kurs talebeleri olduğu anlaşılan şahıslar birer ikişer gelip isimlerini yazdırdıktan sonra, ellerinde yahut ceplerinde defterlerle sandalyelere oturup ders saatini beklemeye başladılar. Tam beş dakika kalmıştı ki, suratı çimento gibi donmuş bir zât içeri girdi. Ocakçı, Kahire radyosunu hemen değiştirip düğmeyi döndürerek Monte Karlo’ya ayarladı. İçeri giren zâtın koltuk altında, talebe sayısı kadar, yani on iki incecik kitap vardı. Bunlar onun şiir kitabıydı ve her biri altmış sayfa kalınlığındaydı.”

 

“Fodul” ve “kaşalotzâde” sıfatlarına layık görülen bahtsız entelektüel, bilim adamı, “par prensip” tartışmacı ve elbette romantiğin yoksulu Efgan Bakara’ya gelince, naçizane, benim kahramanım kendisi. Bir türlü kolayını alamadığı, hatta nasıl işlediğini hiç mi hiç anlamadığı hayat karşısında çaresiz kalmış bir klasik kahraman.

 

İhsan Oktay Anar kelimeleri kuyumcu gibi işliyor, dokuyor, havaya atıp tutuyor. O nefis Osmanlıca hâkimiyeti, Türkçe bilgisi ve benzersiz üslubuyla bizi mest ve meftun ediyor. Ya çoğunluk gibi mi yazsaydı? Neuzübillah!

Yorumlar

Yorum Gönder


Galiz Kahraman , İhsan Oktay Anar Bey in okuduğum 3.kitabı. Diğerleri gibi bu kitabı da okurken hiç bitmesin istedim.
Kahramanımız İdris Amil Efendimize yeri geldi kızdım, yeri geldi acıdım kimi zamanda etrafımdakilerin şaşıran bakışları arasında çok güldüm.
Kesinlikle okunması gereken bir kitap, eğer İhsan Oktay Anar'ı ilk defa okuyorsanız inanıyorum ki sizde bağımlısı olacak ve her fırsatta çevrenize O adamdan bahsedeceksiniz.
Ömrüne bereket İhsan Hocam...

39%
61%
Beğendim.

Bu kitap, osmanlı limon şerbeti eşliğinde "vay namuzsuz, seni gidi seni, aaaa vallahi doğru, yahu bu bir yerlerden tanıdık geliyor, allah cazırtını versin" diyerek okuduğunuz,sağını solunu çizip yıldız koyduğunuz, dönüp dönüp tekrar göz gezdirdiğiniz bir kitap. Sevin Okyay'ın dediği gibi mest oldum.Kitabın içine girdim, her karakterinin çevremde yaşadığını hissettim, güldüm, kahkaha attım, tebessüm ettim, kıyasladım. Gönlümü hoş etti, tadı damağımda kaldı. Bir kitapdan başka ne beklenir ki....
Sayın Anar'a selamlarımla, umarım hep yazar ve ben de yazdıklarını okuma fırsatını bulurum.

46%
54%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.