Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İğrenç adamlar, kurban kadınlar


Zayıf
Toplam oy: 1208
David Foster Wallace
Siren Yayınları

David Foster Wallace’ı ilk okuduğumda, o çoktan kendini öldürmüştü.  

 

Asmış. 

 

Çağdaş Amerikan Edebiyatı’nın mutlaka okunulası harika çocuğu olduğu farkındalığı yüzünden değil; tenis tutkum sayesinde rastlaştık onunla.  Birçok tenissever için kült olmuş, defalarca okunmuş ve paylaşılmış, bir manifesto niteliğinde ve uzunluğundaki The New York Times makalesinden söz ediyorum. 

 

Roger Federer hayranı Wallace, ünlü tenisçide gördüğü ve “kinetik güzellik” adını verdiği benzersiz yetenek yüzünden, Federer’i tenis oynarken izlemeyi, dinsel bir deneyime benzetir yazısında. Merkez kortu bir katedral olarak tanımlar. Sporu bir rekabet, bir savaş alanı, istatistikler ve skorlar toplamı olarak görenleri de aşağılayarak, onlara, Federer’in ezeli rakibi Rafael Nadal hayranı olmalarını önerir. Federer’in serin dansçı zerafetine karşı, Nadal kaslı, kaba, maço, ateşli bir savaşçıdır. Nadal, Wallace için iğrenç bir adamdır.

 

Wallace’in makalesini, Federer ve Nadal üzerine yazılmış binlerce yazıdan ayırıp ona kült statüsü kazandıran olay; yazarın yıllarca savaştığı depresyona yenik düştüğü, ilaçların artık fayda etmediği 2008 yılının aynı zamanda Federer’in kariyerindeki en büyük yenilgileri nemesisi Nadal’ın elinden yaşadığı yıl olmasıdır. Wallace, Federer’in sonunda 2008 Amerika Açık şampiyonu olmasından birkaç gün sonra hayatını sonlandıracaktır. 

 

 

Kendini öldürmüş yazarın ardında bıraktıkları

 

David Foster Wallace yazınını zamanda geri giderek keşfettim. Kitapları benim için hep kendini öldürmüş bir yazarın arkasında bıraktıkları oldu. İntiharının, yazdıklarını yeni bir bağlama sokmasına engel olamadım onu okurken. Belki, aynı zamanın çocukları olarak, romanı Infinite Jest’te yarattığı distopya beni ziyadesiyle eğlendirebilirdi, eğer o hâlâ yaşarken ve hâlâ ikimiz de içinde bulunduğumuz zamanın ruhunu solurken okusaydım. Romanın en önemli mekânlarından Enfield Tenis Akademisi’nin huzur dolu ortamına ve dahi öğrencilerine inanabilirdim, onun tenise olan tapınmaya varan inancının sonunda onu kurtarmadığını bilmeseydim.

 

İnanırım ki, ölüm, yazarları, diğer yaratıcı sanatçılara göre, daha az etkileyen bir varoluş hastalığıdır. Kitaplar yazıldığı gibi durmaz, kapakları değişir, başka dillere çevrilir, yeniden basılır. Böylece yeniden “yeni çıkan kitap” olma şansını elde ederek, kimbilir kaçıncı hayatlarına başlarlar.

 

 

Wallace’ın1999’da yazdığı İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, şimdi Türkçe’de. 

 

Yeniden yeni. Yeniden okuyorum. Yeniden intiharına dair ipuçları arayarak. Şimdi siz de biliyorsunuz kendini öldürdüğünü. Siz de arayacak mısınız ipuçlarını?

 

Çünkü daha kitabın başındaki öykünün kahramanı bir yazar. Ne zaman bir kurmacanın kahramanı bir yazar olsa, okur da, bu kahraman ile gerçek yazar arasında bir paralellik kurar. Bir koridor açılmıştır kurmacadan yazarın hayatına. Okur oradan gidecektir, koridorun sonunda ne olduğunu merak edecektir.

 

İğrenç adamlarla kısa konuşmalar, kitaptaki öykülerin sadece bir kısmı olmasına karşın, iğrençlik teması diğer öykülerde de baskın. 

 

Wallace, anları kadrajlıyor, fotoğraflarını çekiyor. Bir büyüteci her ayrıntının üzerinde gezdirerek aktarıyor. Vücutların güneş görmemiş boğumları, vücut sıvıları, kıllar, sivilceler, deri kusurları, yara kabukları, patlak gözler, gözlerdeki çapaklar, ayaklar, tırnaklar incelikle betimleniyor. İnsanların, başkaları görmez sandıkları anlardaki halleri tespit ediliyor: içine çekmeyi unutarak salınan göbek, kaşınan parmak arası, bağırsak hareketleri, konuşurken ağızdan fışkıran yiyecek parçaları. Mide bulansın diye yazılan cümleler, yazarın insanlara duyduğu nefreti saklamıyor, alt okumasız çıplak bir gerçekçilikle sunuyor.

 

Bazen de kullandığı bir sözcüğün kendine farklı şeyler anımsatmasına izin veriyor ve o sözcüğü bir zıplama taşı gibi kullanıp öykünün karşı kıyısına ulaştırıyor kendini. Ya da öbür paragrafa geçiyor. Biz de öyle yapalım.

 

Gerçekçi olsa da, her detay yabancılaştırıyor. Anlatılanın içine girmiyorum sadece bir fotoğrafa bakar gibi, bir film sahnesini ekranda dondurmuş gibi izliyorum.

 

Wallace, kullandığı yazım tekniğiyle de uslu durmuyor. Yabancılaşma etkisi, öykülerde kullanılan inadına uzun dipnotlarda, sözlükvari anlam açıklamalarında, yazarın kendine aldığı yazı notlarının öyküye dahil edilmesinde devam ediyor.

 

Aynı öyküde, hatta aynı cümle içinde iki farklı bilincin birbirine hem karışan hem karışmayan akışı en büyük becerisi Wallace’ın. Sanki bir mekâna doluşmuş farklı kişilerin kafa seslerini duyuyorsunuz. Sesler birbirine karışıyor ama asla birbirine deymiyor, birbirini bastırmıyor.

 

Kullanılan dil ironik ama gülümseten türden bir ironi değil bu, zehirli daha çok.

 

 

İğrenç adamlar, sığ fikirli sığ karakterler

 

Dört bölüm halinde kurgulanmış İğrenç Adamlarla Kısa Konuşmalar, görsellikten uzak, boş bir odada duvarlara çarpan itiraflardan oluşuyor. Soruları ve soruları soran kişiyi bilmiyoruz. İtirafçılardan birinin sözleri hedeflenen ironiyi açıklıyor aslında: “Çok mu sığ geliyor kulağa? Bu tür şeylerde asıl gerçekler hep sığ mı olur, herkesin gerçek nedenleri gibi?”

 

Öykülerdeki iğrenç adamlar, entellektüel sorunu olmayan karakterler, bir derinlikleri yok. İğrençlikleri genelde kadınlara karşı olan tavırlarından ve kadınlarla ilgili yargılarından geliyor. Yalancı, bağlanma özürlü, sorun sende değil bendeci, seni üzmemek için gidiyorumcu, ben seni mutlu edemem bensiz mutlu olcu, sana kırıcı sözler söylemek beni de üzüyor ama dürüst olmak istiyorumcu, seni sevmekten korkuyorum çünkü seni kaybetmek istemiyorumcu adamların iğrenç oldukları zaten çoktan tespit edildi. Genelde kadın dergileri sayfalarında lanetlenen böyle adamları o kadar çok gördü ki kadınlar, artık bu tipleme erkekler hakkında büyük bir sırrın açıklanmasından çok, komikliğini yitirmiş bir karikatürleştirmeden öte gidemiyor. Kadın okurlar için, erkeklerin ibretlik iğrenç varlıklar olarak ipe dizilmesi, artık katartik değil. 

 

Sanki bu klişenin çalışmadığının farkına varmış gibi iğrençlik sınırlarını zorluyor Wallace. İş oldukça ciddileşiyor sona doğru. Tecavüze uğrayan kadının, kendi iradesiyle teslim olarak gücü ele geçirdiğini savunuyor örneğin. Kadın hep av ve kurban. Bir erkeğin bir kadınla sevişmesi bir kurbanlaştırma süreci olarak anlatılıyor. Tecavüzcü, amacını saklamadığı için; kadınlara yatağa atmak için tatlı sözler sarfeden, sahte şefkat gösteren ve kurtarıcı rolü oynayan sevgili numarası yapan adamlara göre daha dürüsttür, daha az iğrençtir diyor.Tecavüzcü bağ kurma ihtiyacıyla kadınları avlarken, “normal” adamlar, bağlanma korkusuyla kadınlarla beraber olurlur. 

 

Hemen savaş boyalarımı sürüp bu düşünce silsilesinin ne kadar hastalıklı olduğu üzerine feminist ve kadın hakçı paragraflar doldurmamı beklemeyin. Av olmayacağım, ağa gelmeyeceğim. Wallace, iğrendirmek  istiyor ve bu yolda her şey mübah. Aşağılık taktikler bile. 

 

Üstelik, Wallace’ın durumu açıklamak için Freud’a sığınarak, erkeklerin annelerine duydukları aşk nefret gelgitlerini bahane göstermesi gülünç aslında. Ortada bir misojinistik meydan okuma var: Bize bakın, biz erkekler iğrenciz. Kadınları anlamayız, onlara karşı öküzlükler yaparız. Sonra da aramızdan biri çıkar ve hepimizle dalga geçer ve bizi kurtarır. İğrenciz ve gurur duyuyoruz. İşte size ironi.

 

 

Uzun öyküler

 

Kitabın, üzerinde birkaç söz söylemeyi hak eden uzun öyküleri de var. Ölüm Son Değil, Daima Yukarıda, Depresif Kişi, Adult World, Elle Yapılmamış Kilise, Ünlü ve Genç Oyun Yazarının Babası Ölüm Döşeğinde adlı öyküler öne çıkıyor. 

 

Öyküler uzadıkça, anlatıcı kendini tekrar etmeye başlıyor. Aynı dairenin etrafında dolaşıp kendi kuyruğunu yakalamaya çalışıyor. Bu sarmal tekrarlar, sıkıcılığın sınırlarına dayansa da, fark ettirmeden bir ritim yakalıyor ve tatlı tatlı sarıyor okuru.

 

Havuz, cinsellik ve ölüm imgesi olarak farklı öykülerde karşımıza çıkıyor. Yazarın detaycı gözü kâh öykünün kahramanını inceliyor, kâh öykünün kahramanının gözünden etrafı anlatıyor. Gözlemci bir dil, empati yok, dahil olmak yok. Belki biraz acıma ama çoğunlukla hissizlik yazardan bize geçen duygu. Bir de iğrenme duygusu. Karşıkonmaz bir iğrenme duygusu. İğrendirerek, karakterlerle özdeşleşmeyi olanaksız kılıyor.

 

Aynı detaycılıkla iki farklı his yaratmayı başarıyor. Fotoğraf gerçekçiliği ve sürrealist tablo. 

 

 

Wallace çağımızın sesi olarak hatırlanacak mı?

 

Emin değilim. Her şeyin geçici olduğu bu kullan-at devirde yapılan tespitler ne kadar koruyabilir geçerliliğini? Bakın, Wallace’ın sırtını dayadığı Freudyen çözümlemelere bile artık burun kıvırıyoruz. Kadınların ne istediği ve kurtarılmak arzusuyla bağımsız olmak arzususunun yarattığı dişi paradoks hakkında kesilen ahkâmlar, en son kadınları ilgilendiriyor. Kadın erkek ilişkilerine mucizevi çözümler sunduğunu iddia eden kitaplar, üç al bir öde rafında bayatlıyor. Bu devrin kurmaca karakterleri bile ne kadar ölümsüz olabilir? 

 

Bir tek şey kesin. Her devrin iğrenç adamları olacak. İğrençliğin tanımı değişse de. Yaşamı bir savaşalanı gibi görmeyi reddetsek, çevremizi yalnızca estetik ve kinetik güzelliklerle donatsak bile, iğrenç adamın biri gelip çöreklenecek, kendini nemesis’imiz ilan ederek meydan okuyacak.

 

Roger Federer ve Rafael Nadal rekabeti, Wallace’sız devam ediyor. Hayat da. İster iğrenin, ister iğrenmeyin.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.