Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İhtilal kendi evlatlarını yer...


Vasat
Toplam oy: 1354
Ömer Sami Coşar
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Önemli bir tarihsel kişilik Leon Troçki. Önemi, büyük bir dönüşümün (1917 Ekim Devrimi) aktörlerinden biri olmasından kaynaklanmıyor sadece. Kişisel özellikleri, hayatı, bir yüzyıla (20. yy.) sunduğu katkı göz önünde bulundurulduğunda ‘önem’ nitelemesi de yetersiz kalıyor. Troçki İstanbul’da, Troçki’nin hayatının dökümünü sunmasa da, onu biçimleyen -dışsal, içsel- tüm özelliklerine dokunuyor. Daha doğrusu, Troçki’nin siyasi kimliğinden ve olaylarından yola çıkan söz konusu çalışma, bir bütün olarak onun dönemini, dönemin dünyasını siyasal-sosyal bir panaroma olarak göz önüne serdiğinden, yoruma açık gerçeklere de alan açıyor. Kendisi bir gazeteci olan Ömer Sami Coşar (1919-1984), 1917 Ekim Devrimi’nin yöneticilerinden bir olan, Kızılordu’yu kuran Leon Troçki’nin İstanbul’da yaşadığı yılları (dört buçuk yıl) ve siyasi hayatını mercek altına alıyor.

Ekim Devrimi’nin lideri Lenin’in ölümünden sonra parti yönetiminin başına geçen Stalin’in ilk hedeflerinden biri olan Troçki, Stalin tarafından başlatılan tasfiye hareketinin ilk halkasıdır sadece. Ama söz konusu halka dalga dalga büyümekte gecikmeyecek, sonunda ‘herkesi’ içine alacaktır. Troçki’nin ve 1917 Ekim Devrimi’nde başat rol oynamış diğer parti üyelerinin öldürülmesinin ip uçları, biraz geriye gittiğimizde Lenin’in, Stalin’e yönelik çekincelerinde yatmaktadır zaten. Lenin, “Parti içinde kolektif idare sistemine taraftardır. Bu sebeple de partiyi ele geçirme faaliyeti içinde bulunan Stalin’i tasvip etmemektedir.”

Stalin tarafından yok edilen onlarca Bolşevik ve tüm muhalifler karşısında Troçki’nin gücü nedir? Zinovyev, Krilenko, Kamanev, Radek, Rıkov, Buharin gibi eski Parti yöneticilerinin çoğu “Troçkist hükümet kurma teşebbüsü” gerekçesiyle kurşuna dizilmiştir. Bütün bu süreç başlamadan önce, Stalin tarafından 1927’de Alma Ata’ya sürgüne gönderilen Troçki, 1929 yılında ülke dışına çıkarılmasına karar verildiğinde, Sovyetler Birliği Türkiye’den Troçki’yi siyasi mülteci olarak kabul etmesini talep edecektir. Bu talep de Türkiye tarafından kabul edilecektir. 12 Şubat 1929’da Türkiye’ye gelen Troçki, 17 Temmuz 1933 tarihine kadar İstanbul’da yaşayacaktır.

İhtilal kendi evlatlarını yer...

Ömer Sami Coşar, Troçki’yi büyüteç tuttuğu çalışmasında, tarihsel arka planda etkili olabilecek neden-sonuç ilişkilerine -çok derinlemesine olmasa da- bakmayı ihmal etmemiş. Coşar’ın dile getirdiği her bir durum, okuyucunun sorgulayıcı düşünce mekanizmasına etki eden belgesel olaylardan ve yaşanmışlıklardan beslendiğinden, bir devrin realitesini derinlikli görmek,  –yine belgelenmiş- izlerini takip etmek için bir başlangıç sadece. Zira yoğunluğu hayli derin, trajik bir durumla karşı karşıya olunduğunu söylemekte yarar var. Alman oyun yazarı Karl Georg Büchner’in (1813-1837) Danton’un Ölümü, ve Fransız Devrimi konusunda elli yıl sonra yazdıklarında Danton’a söylettirdiği gibi “ihtilal seturn gibidir, kendi evlatlarını yer.” Troçki’nin 12 Şubat 1929-17 Temmuz 1933 yıllarında İstanbul’da bulunduğu yıllar Cumhuriyet’in ilk dönemlerine rastlar. Atatürk hayattadır. Kurtuluş Savaşı’nda, Atatürk’e destek veren Troçki’ye, İstanbul’da bütün olanaklar sunulmuş ve Troçki Büyükada’ya yerleştirilmiştir. Aslında Troçki’ye bir ‘vefa borcu’ da ödenmektedir diyebiliriz. Troçki İstanbul’da bulunduğu dört buçuk yıl süresince ne yapar? Nasıl bir yaşam sürdürür? Başta Almanya olmak üzere, Avrupa ülkelerinden birine siyasi mülteci olma isteği nasıl, niye geri çevrilir? Troçki neden korkmakta ve koruma önlemlerini nasıl oluşturmaktadır? Sorulardan da anlaşılacağı gibi Türkiye’de belli bir süre için yaşamak zorunda bırakılan Troçki, aslında Stalin yönetimine karşı korunmanın yanı sıra, Sovyetler’e tekrar dönerek kendi tezlerini (tüm dünyada devrim) hayata geçirme derdindedir. Amerika, Fransa, Almanya gibi tüm dünyadan Troçkistlerle bağlantı halindedir. Bu arada, Büyükada’da da uluslararası trafik bir hayli yoğundur. Dolayısıyla, ajanlar da cirit atmaktadır dört bir yanda. “İranlı bir tüccardı bu! Adı da ‘Sultan Zade.’ Bu hüviyet altında ve İran pasaportu ile İstanbul’da dolaşıyordu. Türkiye vizesini Moskova büyükelçiliğimizden almış olan bu adamın asıl adı Yakov Blumkin idi. Sovyet casusluk teşkilatının bütün Ortadoğu bölgesindeki şebekesini kurmakla görevlendirilmiş en gözde ajanlardan biriydi. 1918 yılının Temmuz ayında Moskova’da Alman Büyükelçisi Kont Mirbah’ı tabanca ile öldüren ve el bombaları savurarak kaçan iki ihtilalci gençten biri buydu. O günlerde Almanlarla yapılmış olan barış anlaşmasını tasvit etmemiş, harbi tekrar başlatabilmek emeliyle bu suikasti tartip etmişti. Yakalanmış, Troçki tarafından sorgusu bizzat yapılmıştı. Sovyet Rusya’nın iki numaralı adam Blumkin’den istifade edilebileceğini düşünerek, onu affediyor, mukabil casusluk teşkilatı içinde en tehlikeli görevleri üzerine alması şartı ile tekrar ona görev veriyordu. Yakov Blumkin, Troçki-Stalin kavgasına katılacak vakit bulamamış, devamlı dış misyonlarda çalışmıştı. Bilhassa Moğolistan’daki faaliyet ile GPU içinde büyük şöhret kazanmıştı. Fakat aradan on yıl geçmesine rağmen Troçki’ye beslediği minnet hisleri azalmamıştı.”

İntihar eden Zina
Troçki’yle ilişkide olanların kaçınılmaz biçimde kurşuna dizilmesiyle son bulan hayatları, söz konusu şiddetli kavgada normal bir sonuç olarak gözükse de, Troçki’yle ilişkide olmadığı halde sonu infazla biten eski, yönetici konumdaki Bolşevik de oldukça fazladır. Anlatılanları takip ettiğimizde, artık, “devirim kendi evlatlarını yer” saptaması yetersiz kalacaktır. Başka bir hummalı, hastalıklı durum ağır basmaktadır. Bütün bunlara nasıl bir örgütlenme, düşünce hatasının neden olduğuyla ilgili cevap ve çözümlemeleri, siyaset bilimcilere, tarihçilere, biraz sosyologlara, tabii en çok da Marksistlere bırakmak gerekecek. Ancak, tüm bu karmaşa içinde kitapta da kendini hissettiren ‘insan’ Troçki için bir iki söz söyleyebiliriz. Yazarın gözlemleri ve bilgileri Troçki’nin yaşadığı trajedilerin altını çizer niteliktedir. İlk eşinden olan, bir erkek iki kızının sonu da tıpkı kendi sonu gibi trajiktir. İki kızından birinin veremden ölmesi, oğlunun Stalin tarafından öldürülmesi, diğer kızının da intihar etmesi Troçki’ye bakışımızı boyutlandırır; “6 Ocak: Troçki ciddi bir rahatsızlık geçirdi. Yemek dahi yemedi. Midesinde sancılar olduğu söyleniyor. Fakat doktor çağrılmadı. 7,8, 9, 10, 11 Ocak günleri hiçbir yere çıkmadı. Ancak balığa da gitmiyor. Köşke kapandı. 12 Ocak: Troçki bugün köşkün civarında kısa bir gezinti yaptı. Son derece müteessir ve düşünceliydi. Nihayet köşke kapanmasının ve teessürünün sebebi anlaşılıyordu. Berlin’e tedaviye göndermiş olduğu kızı Zina, odasına kapanarak gaz ocağını açmış, intihar etmişti. Troçki’yi yıkan da buydu. Polisler, beş gün kapandığı odasından çıktığı zaman saçlarını birden kırlaşmış görüyorlardı. Hayret etmişlerdi bu ani değişikliğe. Troçki, Moskova’ya parti merkez komitesi üyelerine bir mektup yolluyor, kızının intiharından Stalin’i sorumlu tutuyordu. Ona göre, Stalin kendisini ve evlatlarını vatandaşlıktan çıkararak bu intiharı hazırlamıştı. Sibirya’da sürgünde bulunan eşinden hiçbir haber alamaması, bir evladının Stalin’in elinde kalması, Almanya’da Yahudilere karşı başlayan baskı... Bütün bunlar şüphesiz Zina’nın intiharında rol oynamıştı.”

Coşar, Troçki’yi anlattığı  kitabında, onu Meksika’da yaşadığı evde, Stalin’in adamı Frank Jacson tarafından kazmayla başına vurularak öldürülüşüne kadar takip etmiş. Troçki’yi Türkiye ve Meksika dışında hiç bir ülke kabul etmez. Bunda Stalin’in rolü olduğu kadar, Troçki’nin tezleri de rol oynar. Ama ne yazık ki, Meksika, kendini o ana kadar korumayı başarmış Troçki’nin sonu olacaktır. Geride ise, yanıtlanması gereken çok önemli bir soru kalacaktır; ortada, -bir kaç kişi hariç- eski Bolşevik’lerden tek bir adam bırakmamayı Stalin nasıl, hangi toplumsal gerçekliğe dayanarak başarmıştır?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.