Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İhtiyarlamaktan korkmayınız


Vasat
Toplam oy: 227
Hendrik Groen // Çev. Erhan Gürer
Can Yayınları
İhtiyarlığa dair ne varsa bu kitapta bulmak mümkün; sıkmadan, tekrarlamadan, uzatmadan… Hayalci olduğu kadar gerçekçi, hüzünlü olduğu kadar eğlenceli bir ihtiyarın iç dünyası...

Bir bilinmez yazar ve çoksatar bir kitap… 83¼ Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi’nden bahsediyorum. Gulliver’in Seyahatleri’nin yazarı Jonathan Swift’in, “Herkes uzun yaşamak istiyor, ama kimse yaşlanmak istemiyor,” sözü, yaşadığımız çağın ruhunu bu kadar iyi yansıtırken, 83 yaşındaki bir ihtiyarın güncesine gösterilen bu ilgiyi neye bağlamak lazım?

Bu güncenin yazarı Hendrik Groen değil, takma bir isim. Bir görüşe göre, günceyi yazan kişi, adını gizleyen Hollandalı ünlü bir yazar. Seksenlik bir ihtiyar olup olmadığı da tartışılıyor. Amsterdam’da bir bakımevinde, kitapta geçtiği şekliyle “Destekli Yaşam Tesisi”nde kalan ve kimi kimsesi olmayan bir ihtiyarın, 1 Ocak 2013’te başlayan ve 31 Aralık’ta sona eren güncesi aracılığıyla, ihtiyarlığın hiç de öyle korkulacak bir şey olmadığına tanık ettirmiyor sadece, ölümle burun buruna gelmiş birinin gözünden hayatın anlamını, eğlenceli olduğu kadar sert bir ironiyle sorgulatıyor.

Attilâ İlhan, “İhtiyarlar Balladı” şiirinde “idam mahkûmlarıdır aslında ihtiyarlar/ ölüme koşullanmış bütün davranışları/ yorgun öksürükleri oturup kalkışları/ yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar” diye yazmıştı. Bu dizelerdeki gibi midir ihtiyarlık? Hendrik Groen için hiç de öyle değil; öksürüğü yorgun değil, yaşamaktan utanmadığı da gayet açık.

Günümüzde ihtiyarlığın hastalık gibi algılandığı düşünülürse, bu çağın ruhunu yansıtan ölümsüzlük ve gençlik arzusu ile “Agism,” yani yaş ayrımcılığı arasında bir ilişki olduğu malum. Yaş ayrımcılığıyla da en çok ihtiyarlar karşı karşıya kalıyor; çalışma hayatından eğlence hayatına kadar… 83¼ Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi’nin gencinden ihtiyarına bu denli ilgi görmesinin nedenlerinden biri bu olsa gerek. Dünyanın yaşlandığı düşünülürse, ihtiyarlar için bu türden direniş kitaplarının yazılmasının bir anlamı olmalı.

Hendrik Groen, mutsuz yaşamayı reddeden biri; ihtiyarladığı için üzgün değil, zaman zaman bir hapishaneyi andıran bakımevinde, çeşitli hastalıkları yüzünden çok sayıda hap yutarak ve her an ölümle burun buruna yaşasa da eğlenecek bir şeyler bulmayı ihmal etmiyor hiç.

 

Yaşlandıkça zaman hızlanır


Güncesi, “Yeni bir yıl, yaşlıları hâlâ sevmiyorum,” diye başlıyor. Sevmediği yaşlanmak değil, ihtiyarların sızlanmaları, yersiz sabırsızlıklarıyla çocuklaşmaları, kendilerini bırakmışlıkları. Ama Groen’un neşesinde de bir tuhaflık var, örneğin elmalı kek (strudel) dolu bir tabağın üzerine oturan Bayan Smit’e, yakın dostu Evert’in, “Elmalar elbisenin deseniyle uyum sağlamış,” demesine o kadar gülüyor ki… Ama gülen sadece Groen, diğerleri ciddi bir biçimde sandalyeye elmalı keki kimin koyduğunu araştırmakla meşgul. Aslında bu suçluyu bulma hali, bakımevi sakinleri için temel bir uğraş, akvaryuma kek atarak balıkların ölmesine neden olan kişiyi bulmak için de olağanüstü teyakkuza geçiliyordu.

Hendrik ismi, Hollanda dilinde “dürüstlük abidesi” anlamına geliyormuş. Güncenin başlarında kendisini şöyle tanımlıyor Groen: “Çünkü ben, Hendrikus Gerardus Groen her zaman doğru, cana yakın, kibar ve yardımsever biriyimdir. Gerçekten böyle biri olduğum için değil; başka biri olma cesaretini gösteremediğimden. Nadiren söylemek istediğimi söylerim. Hep güvenli yolu seçerim. ‘Ne şiş yansın ne kebap’tır benim uzmanlık alanım. Babam ve annem bana Hendrik adını koyduklarında ileri görüşlü olduklarını göstermişlerdi; benden daha dürüstünü bulamazsınız. ‘Geçerken hep kibarca şapkasını çıkartan Hendrik’i tanımıyor musunuz?’ İşte o kişi benim. Bu gidişle kendimi depresyona sokacağım. O an gerçek Hendrik Groen hakkında da bir şeyler kaleme almaya karar verdim; tam bir yıl süreyle Kuzey Amsterdam’da bir huzurevindeki yaşama dair kendi sansürsüz bakışımı vereceğim.”

Groen, kendisini depresyona sokmamak için bu günceyi tutmaya başlıyor ve “ne şiş yansın, ne kebap” hayat felsefesini terk edip kendisi olmayı göze alarak çıkıyor bu yola. Çünkü kaybedecek bir şeyi yok, her an ölebilir; her an ölme ihtimalinden daha kötüsü, en yakın arkadaşı Evert’in ölümüne tanık olmak. Yani uyumlu olmayı ve uyumlu olmaya zorlayan korkularından arındıkça hayatın bir bakımevinde bile nasıl renkli olabileceğini gözler önüne seriyor.

Eskiden, ihtiyarlara hürmet daha fazlaydı, en azından insanlar yaşlandıkça böyle şeyler söylerler, örneğin otobüste yer verilmeyince, “Eskiden böyle miydi,” diye serzenişte bulunurlar. İhtiyarlığın, deneyim sahibi olmaktan kaynaklı olarak insanı bilgeleştirdiğine dair bir algı da vardı. Teknolojinin de etkisiyle, sosyal yaşamdaki köklü değişimler paradigmayı değiştirdiği için olsa gerek, geçmiş deneyim ve bilgiden çok, güncellenmiş olan bilgi ve deneyim daha değerli oldu. Bu belki bir yanılsama, çünkü her şey bir yandan yüzeyselleşiyor, olmaktan çok yapmak daha öne çıktı. İhtiyarlık olmayla ilgili bir durum, gençlik ise yapmak… Ama bir yandan da ihtiyarlık, kendi bilgi ve deneyiminin tutsağı olmayı da peşinden getirdiği için değişime karşı bir direnç halini alabiliyor. Balıkçılar kahvesinde tanıdığım, artık hayatta olmayan ihtiyar balıkçı ve yazar Hasan Amca, bana, “Yeni tarz yazılan şiiri okuyamıyorum, çünkü anlamıyorum,” derdi, sanki anlayamadığı bu değişim, onu ve bildiği her şeyi değersizleştiriyormuş gibi hissettiriyordu. Ona günümüz şiiri ya da öyküsünden bir şey okuduğumda, anlamak için en ufak bir çaba sarf etmiyordu. İhtiyarların, Attilâ İlhan’ın şiirindeki gibi, sürekli geçmişten konuşmasının ve geçmişte yaşamasının değişime dirençle bir ilgisi var, teslim olmanın.

Groen, tam da bunun tersini yapıyor; neredeyse geçmişi yok, bütünüyle şimdi ve burada, an’ı yaşamakla meşgul. “Şimdi ve burada” olmak, küçük çocuklarla vakit geçirenler bilir ki, zamanı uzatır, geçmişe dalıp gidince zamanın nasıl geçtiği anlaşılmaz pek, bu yüzden yaşlandıkça zaman hızlanır, çok hızlanır… Arada sırada, geçmişiyle ilgili bilgiler de veriyor Groen, boğulan bir kızı olduğunu ve o korkunç olaydan sonra eşinin delirdiğini öğreniyoruz. Geçmişte yaşamamasının nedeni belki de bu travma; bütün o hipomanik neşeli halin altında derin bir melankolinin gizli olduğunu işaret eden yerler var güncede. Hipomaninin, depresyona karşı bir savunma olduğu bilinir.

İhtiyarlığa dair ne varsa bu kitapta bulmak mümkün; sıkmadan, tekrarlamadan, uzatmadan… Hayalci olduğu kadar gerçekçi, hüzünlü olduğu kadar eğlenceli bir ihtiyarın iç dünyasından hayatın anlamını sorgulayan, ölümle ve ölüm korkusuyla ölçülü bir biçimde dalga geçip toplumsal yapıya eleştirel yaklaşan… Hendrik Groen, 83 yaşında kendisi olmaya karar vererek sansürsüzce hayata bakışını ve yaşadıklarını anlatırken, hayatın anlamını neşeli bir hüzünle sorgulatıyor. Örneğin, gazetede 2013 yılında ölen ünlü Hollandalılarla ilgili bir liste yayımlanınca, bakımevindeki ihtiyarlar toplanıp listedeki eksiklikleri hevesle tartışmaya başlıyorlar. Groen’un dediğine göre, ölüler yaşlılar için hoş bir konu, kendilerinin hayatta olduğunu vurguladığı için.

Groen’un güncesinde pek çok macera, hayatın anlamına dair sorgulama, gözlem ve hikaye var. Yaşlanmak korkulacak bir şey değil, korkulacak olan yaşama korkusu… Groen, güncesiyle bu korkuya karşı mücadele ediyor, ölmemek için yaşamamayı tercih edenleri kışkırtarak…

 

 


 

 

Görsel: Onur Aşkın

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.