Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İkircikli bir hal


İyi
Toplam oy: 756
İlhami Algör
İletişim Yayıncılık
Basit bir olayı anlatıyormuş gibi süssüz püssüz bir kurguyla başlayarak, muazzam manevralarla hikayeden hikayeye atlayan alışageldiğimiz İlhami Algör üslubu İkircikli Biricik'te de sürüyor.

İlhami Algör romanlarından inceden bir segah geçer, kopkoyu bir hüzzam geçer, meyus suzidil geçer. Sarayburnu çayhaneleri, yuvarlak ekmek satan fırınlar, saray kalıntılarını çevreleyen metrukhaneler, podima zeminli avlular, şehir hatları vapurları, üçgen alınlıklı ahşap evler, banliyö trenleri süzülerek geçer. Suriçi’nin piçleri, boya sarışınları, lodosçular, martılar, kediler, dama çıkan adamlar, tel cambazları, şehre dönen son yazlıkçılar el sallayıp geçer. Geri Grant, Sevmek Zamanı, Sadri Alışık, Turgut Uyar, Can Yücel, sesi mor hareli Müslim abi, Samsunlu Orhan abi, Spartaküs, Korto Maltez, Alen Delon, Hampri ve İngrid, klarnetçi Sami zarifçe selam ederek geçer. İskele çökmesiyle ölen tersane işçileri, Cumartesi Anneleri, palikaryalar, yaz gelince yollara düşen seyyar Ermeni terziler iz bırakır geçer. Esas oğlanla esas kız, hatta hikayenin kendisi bile, salına salına geçer gider. Bir tek soru geçmez, soru kalır.

 

“Mevzu ne?” ile “Müzeyyen”de başlayıp, “Mesele nedir?” ile “Nezahat”te süregiden sergüzeştimiz, İlhami Algör’ün son romanı İkircikli Biricik’te devam ediyor, yine sorularla elbette.

 

"Konu bu mu? Belki evet, belki değil"

 

İkircikli Biricik’in anlatıcısı, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’da tanıştığımız, âşık olduğu kadın için hikayeler toplayan bir kahramanın hikayesini nasıl yazacağını –ya da başka bir deyişle aşkını nasıl anlatacağını- bilemeyen adamla; Albayım Beni Nezahat İle Evlendir’de tanıştığımız bir önceki romanın ana karakteri tarafından yanlış kurulduğunu düşünen ve kendi kendisini kurmak isteyen adamla aynı telden çalıyor. Müzeyyen, Nezahat ve köprücük kemikleri belirgin kadının romanını birbirine bağlayan ve bir üçleme yaratan metinlerarası göndermelerse, sorulan sorular haricinde -kapının dilinde, “çıt” sesinde, rüyada görülen şaire göre mezar taşına yazılması münasip yazıda- ikinci romanın aksine biraz daha gizli kapaklı ifadelerde karşımıza çıkıyor.

 

Basit bir olayı anlatıyormuş gibi süssüz püssüz bir kurguyla başlayarak, muazzam manevralarla hikayeden hikayeye atlayan alışageldiğimiz İlhami Algör üslubu İkircikli Biricik’te de sürüyor. Kafası karışık anlatıcının kah bilinç akışıyla, kah bahsi geçen bir mevzuda açtığı parantezlerde başka bir zamana sıçrayıp ana olaydan ve kurgudan tamamen bağımsızmış gibi okunabilen tomurcuklanmaya meyilli öykülerle ardı ardına diziverdiği anlatı silsilesi, kusursuz bir ritimle ilerleyip kendi müziğini yaratıyor.

 

Anlatıcısı “rüzgarı kendinden menkul, esintili tipin teki.” Vapurlarda, çayhanelerde –bazen romandaki bir figüranın yere düşürdüğü, bazen adamın gözüne çarpan ve merak edip sorduğu, hatta peşine düştüğü- karşılaşılıveren kitaplarla birbirine bağlanan, “köprücük kemikleri belirgin kadın”ın esas kız rolünü üstlendiği, kırık bir aşk hikayesini ve neredeyse kendisine bile faydası olmayan adamın ailesinin zorunlu göç hikayesini iç içe bir kurguyla anlatan romanda kitabın adının hakkını veren bir ikirciklilik mevcut. İlhami Algör’ün alametifarikası diyebileceğimiz iç ses, bölüm sonlarında anlatılan mevzuyu boşa çıkaran “Konu bu mu?” sorusuyla bu ikirciklilik halini katmerlendiriyor. Okurun dikkatini koruyup kafasında sürekli bir soru işaretiyle metne devam etmesini sağlayan, bir süre sonra okuru parçalı kurgunun içine çekip oyuna dahil eden bu durum, bana kurguyu dallandırıp budaklandırmak için özellikle harcanan bir çabadan ziyade ne yazsa eksik kalacağını düşünen yazarın sürekli başka ihtimalleri arayan, başka türlüsünü hayal eden mizacıyla ilgiliymiş gibi geliyor.

 

Sürgün edilenlerin hikayeleri

 

Çoğu söyleşisinde sözel geleneğin harmanında büyüdüğünü söyleyen, ve eşsiz dil zenginliğinin kaynağı sorulduğunda Osmanlı bakiyesi Suriçi’nde büyümesini, kulağının oradaki Rumların, Kürtlerin, Ermenilerin, Yahudilerin, Lazların sesleriyle dolu olmasını işaret eden İlhami Algör’ün biricikliğinde, sanırım en derbeder durumları, en acıklı halleri hep bir muziplikle, okuru yormadan ve acıma duygusu yaratmadan hafifçe dokunarak anlatabilmesinin de payı var. Ve elbette musikinin. Hem çoğunlukla şarkılara yapılan göndermelerle anlatının ritmini destekleyip romanların nabzını belirlemesi; hem de örneğin İkircikli Biricik’te bir türlü atılamayan bir su yeşili bornoz imgesiyle anlattığı gönül kırıklığını, “Yüzleşilmemiş şeylerin hatıralarını yok etmek neye yarar ki?” cümlesiyle toplumsal hafızaya ve bu topraklardan sürgün edilen halkların hikayesine bağlayıvermesi gibi olağanüstü geçiş taksimleri…

 

Romanın sonunda iç sesin dillendirdiği “Ondan sana yar olmaz, olsa vefakar olmaz,” maceranın sonunu mu, aramaktan vazgeçmeyi mi ima ediyor okura kalmış; ama bana kalırsa değildir, çünkü hâlâ “hayat hakkında fikrimiz yok."

 


 

* Görsel: Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.