Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İshak’ın sineması


Şahane
Toplam oy: 1581
Onat Kutlar
Yapı Kredi Yayınları
Yazılan metinlerin arkasındaki hikâyeyle pek ilgilenmeyen kitap, bu haliyle, Onat Kutlar'ın sinemaya ilişkin fikirlerini başka metinler aracılığıyla bilen, Kutlar’ın yaşam öyküsüne hâkim okuyucular için daha anlamlı.

"İçimde o bilinen üçlemenin, –gitsem... gitmem gerek... gidiyorum– yani kararların en yumuşak ve kesin olanının yankısını duydum. Artık başka ne yapabilirdim? Masaya eğilmiş, lamba ışığındaki resimlere bakan dalgın çocukların yıllarca biriktirip durdukları o kıvamlı duygu içime doluyor (…)" (Onat Kutlar, Çatı)

 

Erden Kıral’ın yönettiği ve hiçbir zaman yapmacıklı bir edaya bürünmeden sinema tarihimizin en şiirsel filmlerinden biri olmayı başaran Hakkâri’de Bir Mevsim’in sürgündeki öğretmenini hatırlar mısınız? Ferit Edgü’nün müthiş bir duyarlılık ve ritme sahip metninin beyazperdede şiirini kaybetmemesinin, hatta başka başka incelikler kazanmasının ardında, Erden Kıral’la birlikte senaryoya imza atan Onat Kutlar’ın payı büyüktür kuşkusuz. Gerçi şaşılacak bir şey de yoktur bunda, Onat Kutlar henüz 23 yaşında yazdığı öykü kitabı İshak’la, kelimeleri eğip bükerek onları şiirli bir hakikatin çekirdeğiyle nasıl doldurması gerektiğini gayet iyi bildiğini ispatlamıştır. Latin Amerika’dan doğru esen Büyülü Gerçekçilik rüzgârlarının Türkiye’deki ilk örneklerindendir İshak, bir akımın temsilcisi sayılmasından da öte, bu coğrafyaya has bir imgelemle, eşine az rastlanır akışkanlıktaki bir dille ilerleyen, hassas ve hakikatli bir kelimeler ve imgeler silsilesi…

 

Onat Kutlar’ın kaleme aldığı senaryoları ve sinopsisleri bir araya getiren kitabın önsözünde, edebiyatın sinemaya kaptırdığı büyük yetenek olarak bahsediyor ondan Ferit Edgü. Kutlar’ın kendini sinemaya adaması edebiyata ayırdığı vakitten çaldı diye hayıflanıyor hafiften; İshak’ın yazarının edebiyatla daha çok haşır neşir olmasını diliyor, sinemanın onun dilindeki duyguları dökmeye kâfi gelmeyeceğini hissediyor belki de…

 

1995 yılında kaybettiğimiz Kutlar, yeni nesiller için bir edebiyatçıdan çok bir sinema adamı, bir sinema düşünürü. Artık birçokları onu, Bahar İsyancıdır’daki denemeleriyle ya da Pera’lı Bir Aşk İçin Divan’daki şiirleriyle değil, Sinema Bir Şenliktir’de dünya sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden yola çıkıp ülkemize has bir sinema anlayışı oluşturmaya kendini adamış bir fikir adamı olarak tanıyor. Türk Sinematek Derneği’nin kurucularından biri olarak sinema tarihimizi şekillendiren isimlerden olan Kutlar, bu toprakları anlatan bir sinemanın nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerini senaryo çalışmalarıyla pratiğe de dökmüştü. Yaratıcı yönetmen (auteur yönetmen) sıfatını en çok hak eden isimlerden Ömer Kavur’la birlikte, babalarını kaybetmiş iki çocuk işçinin İstanbul’a tutunma öyküsünü anlattığı Yusuf ile Kenan’ın senaryosuna imza atmış ve aynı yıl (1979) Ali Özgentürk’le birlikte Hazal’ı kaleme almıştı Kutlar. Erden Kıral, Ferit Edgü ve Onat Kutlar üçlüsünün yarattığı ve sinemamızdan çıkan en özgün işlerden biri olan Hakkâri’de Bir Mevsim’in senaryosu ise 1983’te ortaya çıkmıştı.

 

YKY’nin Senaryolar (Üç Senaryo - Üç Sinopsis) ismiyle yayımladığı kitap, Kutlar’ın saydığımız bu üç film için yönetmenlerle birlikte kaleme aldığı senaryo metinlerinin yanı sıra, onun elinden çıkma üç film sinopsisine de yer veriyor. Bunlardan ilki, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu beyazperdeye aktarmak için hazırlanmış olan, 20 sayfayı aşkın ayrıntılı bir metin. Feyzi Tuna tarafından senaryoya dönüştürülüp 1985’te sinemaya uyarlanan Kuyucaklı Yusuf’un aksine, Kutlar’ın kaleme aldığı diğer iki sinopsis hiçbir zaman beyazperdeye aktarılmamış, yahut da aktarılamamış. Kitabın Onat Kutlar’ın sinema külliyatına dair en ilgi çekici yanı da, hayal edildikleriyle kalmış olan bu iki sinopsiste yatıyor.

 

Muhayyel filmler

 

Tasarı halindeki açık birer metin olarak kaldıklarından günümüz sinemacıları için de ilham verici bir potansiyel taşıyan bu iki sinopsisten ilki yine bir Sabahattin Ali romanına dayanıyor. Genç nesillerin de keşfetmesiyle günümüzde yeniden büyük bir okur ilgisine mazhar olan Kürk Mantolu Madonna’yı sinemaya nasıl uyarlanacağını tasavvur etmemiş olanımız yoktur herhalde. Onat Kutlar’ın Kürk Mantolu Madonna’yı beyazperdenin gramerine aktarmayı çalıştığı iki farklı tasarı kitabın en büyük sürprizi. Kutlar, Raif Efendi’nin Berlin’de rastgeldiği bir tabloyla başlayan Maria Puder tutkusunu, iki farklı kurguyla anlatmayı planlamış. Kitapta yer alan diğer muhayyel film ise “İstanbul” başlığını taşıyor. Kutlar, Beyoğlu tasvirlerine de yer veren bu uzun metinde, Aziz Nesin’in Tatlı Betüş’ünü senaryo diline dökerken bir yandan da Beyoğlu’nun öyküsünü anlatıyor.

 

Kutlar’ın kağıt üstünde kalan bu iki projesinin akıbetine ve onların bir hayal olarak kalmasının sebeplerine dair hiçbir bilgi barındırmaması, Onat Kutlar’ın senaryolarını derleyen bu kitabın en belirgin eksikliği. Kutlar’ın Kürk Mantolu Madonna için neden iki farklı kurgu tasarladığını, Tatlı Betüş’ten uyarlayarak yazdığı metnin Atıf Yılmaz’ın yönettiği TV dizisiyle herhangi bir ilişkisi olup olmadığını, kitaptan öğrenme imkanımız yok. Yazılan metinlerin arkasındaki hikayeyle pek ilgilenmeyen kitap, bu haliyle, Onat Kutlar’ın sinemaya ilişkin fikirlerini başka metinler aracılığıyla bilen, Kutlar’ın yaşam öyküsüne hâkim okuyucular için daha anlamlı. Sinemayla ve senaryo yazma eylemiyle yeni ilgilenmeye başlayanlar içinse, bu usta kalemin elinde edebi üsluptan kameranın diline nakledilen metinleri görmek faydalı olabilir. Kutlar’ın İshak’ta yer alan “Çatı” adlı öyküsünden yukarıda alıntıladığımız satırlarını özleyenlere gelince; onlar için, rafları karıştırıp Kutlar’ın edebiyat metinlerini yeniden karıştırmaktan başka çare yok.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.