Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Işık hızında bir trajikomedi


İyi
Toplam oy: 1033
Dave Eggers
Siren Yayınları
Önceki kitapları Sam Mendes, Gus Van Sant ve Spike Jonze tarafından filme aktarılan Dave Eggers'in bu romanını Coen Kardeşler filme aktarsın çok isterdim. Kitapta trajikomediye özel bir ilgi duyan bu biraderlerin bayılacağı çok sahne var.

Şu aralar aşıldığına dair akademik dedikodular dolaşsa da biliyorsunuz ki evrendeki en hızlı hız, ışık hızı. Işık hızı, en hızlı hızdır; çünkü hiçbir ağırlığı yoktur. Varlığı ışıktan damıtılan insanoğlu, evrim yolculuğu Homo Sapiens’e ulaşır ulaşmaz orada durmuş ve atası ışıkla güreşmeye başlamıştır. Neden ışık hızına ulaşmak istiyoruz peki? Bize çok uzak ama bize akraba, bu yüzden bize çok yakın galaksilere ulaşabilmek için mi? Ağırlıklarımızdan kurtulabilmek için mi? Zamanı durdurabilmek için mi? Kesinlikle mümkün. Örneğin hiçbir ağırlığı olmayan ve ışık hızı ile hareket eden fotonlar için zaman kavramının hiçbir anlamı yoktur. İşe kendinden hızlı hayvanları evcilleştirmekle başlayan Homo Sapiens, önce tekerleği, sonra motorlu araçları bulur ve gökyüzünü fethettikten sonra ışığın anayurduna, uzaya diker gözlerini.

 

Homo Sapiens’in ışıkla dansına burada ara verelim ve gelelim bu girizgahın sebebine. Elimde sevecen, muzip, fırlama, içten ve dokunaklı bir roman var: Amerikan edebiyatının harika çocuğu Dave Eggers’in yazdığı Hızımızı Tadacaksınız. Şimdi girizgahım biraz daha somutlaşsın diye kitaptan bir pasaj aktarıyorum: “Bu, bu bir yerden bir yere gitmenin katıksız yavaşlığı ve buna karşı elimden bir şey gelmeyişi içimde tarifsiz bir öfke uyandırıyordu. Evet, arabaları ve uçakları, bunların zamanı kısaltma yetilerini önemsiyordum ama bir kez içlerine girince, onlara binince zaman tekrar yavaşlıyor, hatta duruma bağlı olarak iki kat yavaşlıyordu. Işınlanma olayı hangi cehennemdeydi acaba? Şimdiye kadar ışınlanmayı bulmuş olmamız gerekmez miydi? Bize onlarca yıl önce vaat etmişlerdi ışınlanmayı, gayet de akla uygundu! Parayı ışınlanmaya yatırmak varken neden Mars’a insansız araç göndermek uğruna milyarlar harcıyorduk ki? Bunu bir becerebilsek bunca yavaş hareket etmekten kurtaracaktı bizi, bu kocaman, yağlı bedenlerimizi hayal edebildiğimiz hızda vınlatacaktı, gereken hız da buydu zaten: düşünce hızı.”

 

Kahramanlarımızın bu hıza ihtiyaçları var çünkü bir hafta içinde dünyayı dolaşmaları gerekiyor. Plan şu: Chicago’dan New York’a, oradan Grönland’a, Grönland’dan Ruanda’ya, Ruanda’dan Madagaskar’a, Madagaskar’dan Moğolistan’a Moğolistan’dan Saskatchewan’a, Saskatchewan’dan New York’a, oradan Chicago’ya. Bu çılgın plan defalarca değişime uğrayacak. Öncelikle uçakların çok yavaş olduğunu keşfedecekler ve daha sonra tüm dünya Amerikan düşmanı olsa da bu düşmanlığın onları birbirine asla yakınlaştırmadığını... Zira gelişmiş ülkelerden aktarma yapmaksızın, iki üçüncü dünya ülkesinden birbirlerine direk uçuş bulmak neredeyse imkansız. Çözümse Grönland’a bilet bulamadıklarında Senegal’e uçmak. Fakat oradan çıkmak o kadar da kolay değil. “İnternetten Dakar’a kalkan uçakları kontrol ettik. Hiçbir şey, Paris’e uğramadan giden neredeyse hiçbir şey yoktu. Paris’e uğramadan Ruanda’ya gidemiyorduk, Paris’e uğramadan Yemen’e gidemiyorduk. Madagaskar’a gidebilirdik ama ancak Güney Afrika üzerinden. Herhangi bir yere varmak neredeyse tam gün alıyordu. Bir de vizeler. Senegal’in içinde bir tümör gibi sıkışmış olan Gambiya’ya bile vize almadan giremiyorduk.”

 

“Gitmek istediğiniz yer neresi, beyefendi? diye sordu kadın. O da bizim gerzek olduğumuza kanaat getirmişti. Tüm seçeneklerimizi görmek ve içlerinden birinde karar kılmak istiyoruz, dedi Hand. Kadın ona uzun uzun baktı. Bana nereye gitmek istediğinizi söylemeniz gerek. Teşekkür ettik ve dışarı çıktık.” Bu sahne aşağı yukarı tüm bilet gişelerinde tekrarlanıyor, daha komik ya da daha trajik biçimlerde.

 

Kitabın anlatıcısı ve kahramanı olan Will’in kafasında bir obsesyon halini alan bu dünya turunun sebebi nedir peki? Maddi ve manevi ağırlıklardan kurtulmak. Maddi ağırlıkları Will’in bir reklam firmasından kazandığı binlerce dolar oluşturuyor. Manevi ağırlık ise üç arkadaş arasından en iyi kalpli olan Jack’in bir trafik kazasında zamansız ölmesi.

 

Suçludur modern insan

 

Yolculukta Will’in iç monologları ve geriye dönüşleriyle, oldukça sancılı bir süreç halini alan manevi arınma anlarına tanıklık edeceğiz. Aynı zamanda reklam şirketinden kazanılan binlerce dolardan kurtulma anlarına da. Yalnız bu ikincisi asla ilkinden daha az sancılı olmayacak zira şunu anlayacaklar ki Will ve Hand: birine durduk yere para vermek hiç de kolay bir şey değil.

 

Bir söyleşisinde acı çekmeden, kendine işkence etmeden, uzun saatler boyunca çalışmadan yazamadığını ve hep bir suçluluk duygusu eşliğinde yaşadığını söyleyen Eggers tüm bu duygularını alter egosu diyebileceğimiz Will’e aktarmış. Will dünyanın tüm yoksulları adına utanç ve acı duymaktadır. Bu nedenle hak etmeden kazandığını düşündüğü paraları karşılaştığı yoksullara dağıtmak gibi uçuk bir arzu ile yola düşecektir. Aynı zamanda Jack’in ölümü de içinde çok mantıklı kökenleri olmayan suçluluk tohumlarının büyümesine yol açacaktır. Bu suçluluk duyguları ile baş edebilmek için mahkemeler kurulur Will’in içinde iç monologlar şeklinde. Kendini yargılar, kendini aklar, sonra kendini bir kez daha yargılar ve bu böyle sürer gider. Bildiğiniz gibi Kafka’dan, Kleist’ten beri suçludur modern insan, ne yapsa ne yapmasa bu böyledir.

 

İki kafadarın biraz acıklı biraz komik hikayelerini içermiyor sadece Hızımızı Tadacaksınız. Yaşadığımız her tecrübenin yükünü taşımalı ve böylece bir ağırlık ve suskun bir bilgelik mi kazanmalı; yoksa bir foton gibi ağılığımızdan kurtulmalı, ışığın hızına kavuşmalı ve her an her yerde olabilmenin yoluna mı bakmalıyız gibi konularda kafa yoruyor. Yanıtlar muhtelif. Bilgeliğin yükü sizi bir taş gibi hareketsiz ve kör kılabilir ve her yerde olmak da hiçbir yerde olmak anlamına gelebilir.

 

Roman boyunca kafamın içinde Deleuze ve Spinoza’nın hayaletleri dans etti hep. İnsanın eyleme gücünün önemine atıfta bulunarak, aktif ve yaşam dolu olmayı savunan Spinoza ile felsefesini kavramlar hakkında düşünmek yerine kavramlar üretmek ve bununla da kalmayıp o kavramlar üzerinde akrobasi yaparak yolda olmayı savunan Deleuze.

 

Will ve Hand, Deleuze ve Spinoza’nın iflah olmaz uygulayıcıları gibi göründü gözüme. Dalllardan dallara kuş gibi uçarken, buzlu göl sularına atlarken, bilmedikleri şehirlerin sokaklarında kaybolurken hep eyleyen insan, aktif insan ile ilgili düşünceler üşüştü kafama. Will, Mo ve Thor için yazdığı mektupta şöyle özetliyordu bunu: “Düşünceler sudan meydana gelir ve su her zaman yolunu bulur/Sudan sıyrılamıyorsanız, koşun.”

 

Önceki kitapları Sam Mendes, Gus Van Sant ve Spike Jonze tarafından filme aktarılan Eggers’in bu romanını Coen Kardeşler filme aktarsın çok isterdim. Trajikomediye özel bir ilgi duyan bu biraderlerin bayılacağı öyle çok sahne var ki romanda, tadı kaçmasın diye hiçbirinden bahsetmedim.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.