Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İsveç'teki Canlılığın Mimarlarından Tage Lindbom (1909-2001)


Gayet iyi
Toplam oy: 98
Tefekkürü önceleyen bir hayat benimseyen Tage Lindbom, bu hayat tarzının semeresi olan eserlerde, çağdaş zihniyetin önündeki “ilerleme” gibi engellerin neden olduğu tahribatı derinlemesine tahlil etmektedir. Gelenekselcilerin sıkça atıfta bulunduğu modernitenin açmazlarına odaklanırken, diğer yandan da sözde demokrat modern toplumun tasavvurlarına yön veren liberalizm, sosyalizm gibi akımların yetersizliğine vurguda bulunmuştur.

Avrupa’da tasavvufun varlığının, İslam’ın intişarıyla paralel bir seyir izlediği malumdur. Sanılanın aksine, tasavvuf teori ve pratiğinin Batıdaki serüveni modern dönemin çok öncesinde, belki de Endülüs’ten başlayarak ele alınmak durumundadır. Her ülkedeki seyir biricik olmakla birlikte, tutan bir mayanın diğer ülkelerin düşünce hayatına da etkide bulunmak suretiyle arayışlarda mesafe kat edilmesine ivme kazandırdığı gözlemlenebilir. Son dönemlerde artan Müslüman nüfusla öne çıkan İsveç’te İslam’la tanışmaya bazen tasavvufa olan ilgi eşlik etmektedir. Ünlü ressâm Ivan Aguéli ile şair ve yazar Kurt Almqvist gibi İslam’ı benimsemenin yanında tasavvufî bir yol tutmasıyla dikkat çeken Tage Lindbom da İsveç’teki canlılığın mimarlarından birisi olarak anılmaktadır.

24 Ocak 1909 yılında Malmö’de dünyaya gelen Tage Lindbom, İsveç’in kuzeyinde yer alan Norrland’da büyür. Genç yaştan itibaren İsveç’teki sosyalist harekete ilgi duyan Lindbom, Stockholm Üniversitesi’nde eğitim görmüş, lisansüstü çalışmalarını da yine aynı üniversitede, özellikle işçi hareketi ve sendikalar konusuna yoğunlaşarak sosyalizmin toplum üzerindeki etkileri üzerine yaptığı çalışmalarla sürdürmüştür.
Doktorasını siyaset bilimi alanında yine sendikalar üzerine gerçekleştiren Lindbom, 1938—1965 yılları arasında Sosyal Demokrat Parti’de hem teorisyen olarak görev almış hem de partinin kalesi addedilen arşivlerin direktörlüğüne getirilmiştir. Böylece devlet yönetiminin tüm kademelerine mensup siyasetçilerle yakından ilişkili kurma fırsatını elde etmiştir. İktidardaki sosyalist hareketin yönetimi esnasında belirgin bir refah söz konusu olmasına karşın, Lindbom mevcut dinamizmin korunup korunamayacağı konusunda kuşkuludur. Zira benmerkezci bir yaklaşımın hâkim olmaya başladığı 1950li yıllarda, sosyal demokrasinin yakaladığı maddî iktidara rağmen, tefekkürî boyutun eksikliği de kendini iyiden iyiye hissettirmektedir. İsveçli yazar Kurt Almqvist’in The Forgotten Dimension isimli eseriyle karşılaşması, hayatının sonraki döneminde önemli bir yere sahip iki mütefekkire, yani René Guénon ve Frithjof Schuon’a ulaşmasına vesile olmuştur.
Modernitenin açmazları
İsveç muhafazakarlığının “aksaçlı”sı olarak anılan Lindbom, 1960’lı yılların başlarında İslam’la müşerref olduktan sonra Schuon eliyle Şazeliyye’ye intisap ederek Zeyd ismini alır ve İsveç’te etkili olan Gelenekselci damarın sözcülerinden birisi haline gelir. 1962 yılında kaleme aldığı Sancho Panza’nın Yeldeğirmenleri isimli eseri, bir yandan diğer Gelenekselcilerin sıkça atıfta bulunduğu modernitenin açmazlarına odaklanırken, diğer yandan da sözde demokrat modern toplumun tasavvurlarına yön veren liberalizm, sosyalizm gibi akımların yetersizliğine vurguda bulunmuştur. Daha önce Guénon’un altını çizdiği Niceliğin Egemenliği kavramını imlercesine Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan “eşitlik” benzeri anlayışların özünde İlahî olanın değil beşerî olanın egemenliği gibi bir sapma barındırdığını da eserde dile getirilen hususlardandır.
Bu eseri kaleme almasının ardından partideki görevinden ayrılması neredeyse zorunlu hale gelmiştir. Emekliliği olağanın dışında bir seyir izleyen Lindbom, Türkçeye de çevrilmiş olan Demokrasi Miti, Başaklar ve Ayrık Otları gibi yirmiyi aşkın kitap kaleme almıştır. Tefekkürü önceleyen bir hayat benimseyen ve oldukça üretken bir yazar olan Tage Lindbom, 2001 yılında vefat etmiştir.
Between Heaven and Earth gibi tefekkür ağırlıklı yeni hayat tarzının semeresi olan eserlerde, çağdaş zihniyetin önündeki “ilerleme” gibi engellerin neden olduğu tahribatı derinlemesine tahlil etmektedir. Lindbom’un zihninde, artık “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” insan anlayışından salt rasyonalizme doğru savrulan bakış açılarının kökeninde ne olduğunun tespiti bir sorun olarak durmaktadır. Dünyayı günahla tanıştıran insandır ve bahsi geçen halifeliğin yanı sıra ilahî surette oluşu, eşref ve esfel arasında bir gidiş-gelişe de işaret etmektedir. İnsanın yeryüzüne indirilişi dikkate alındığında, bu aşağı âleme yalnızca kutsal olanı değil ayrıca bilkuvve günahkârlığı da getirdiği ifade edilebilir. Belli bir süre idame ettirilen fıtrî hâl, bir süre sonra yerini yeryüzüne tahakküm olarak ifade edilebilecek bir sanrıya da bırakmıştır. Zamanla ulaşılan profan bilginin de yardımıyla maddî bir hükümranlık, cennet masumiyetini kaybetme pahasına elde edilmiş görünmektedir.
Bahane peşindeki insan
Aynı anda iki efendiye hizmet edilmesinin muhal olduğu öncülünden hareketle, gerçek Meliki ile yüzleşen insan -tabiri caizse- “sıvışma”nın yollarını aramak durumda kalacak ve korku ile suçluluğun öne çıktığı bir tavırla bahanelerin peşine düşecektir. Modern insanın Tanrı merkezli tüm anlayışları geride bırakma çabasının ardında, duyduğu hicabın bir getirisi olarak fıtrî hâline dönme arzusu da zaman zaman gerçekleşen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Fıtrî hâle dönmenin önemi üzerinde hayli kafa yoran Tage Lindbom gibi fikir adamlarının açtığı yolda, nice canların kendi serüvenleri için bir hareket noktasıyla buluştukları hesaba katıldığı vakit, böylesi şahsiyetlerin önemi bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.