Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kaosta gerçeğin şefkatini arıyoruz


Gayet iyi
Toplam oy: 1136
Henning Mankell
Altın Kitaplar Yayınevi
Her suç romanında bir dedektife ihtiyaç vardır diye, telefon rehberinden Kurt Wallander ismini bulmuş Mankell. On kitaplık Wallander serisi böyle başlamış.

Dedektif romanı, çevremizdeki kaosa düzen getirir Borges’e göre. Ama Borges, söylesene, üzerimize çöreklenmiş aynılaştırıcı, yekpareci, ana akımcı, neoliberal tüketim ve kültür kolonizasyonunun pazarladığı düzenin nesi kaos? Huzursuzluk, gizli bir arzu nesnesi ve değişime dair umutlandıran bir olasılık. Bu nedenle dedektif romanı, artık, gerçeğin şefkatini bulmak için kaosa doğru bir kaçış.

İskandinav dedektif romanı, kaosun çekiciliğini vaat ediyor okura. Henning Mankell, sistemi katman katman ayırarak zenofobi, ırkçılık, eşitsizlik, tahammülsüzlük ve yolsuzluğun oluşturduğu karanlık gerçeği ortaya çıkaran Kuzeyli polisiye yazarlarının öncüsü. Suçtan bir ayna yaratmanın, en eski hikaye anlatma yöntemlerinden biri olduğuna inanıyor. Onun için hayalgücü, sadece üretmek için değil, hayatta kalabilmek için bir araç. Bir kasaba yargıcının oğlu olarak, mahkeme binasının üzerindeki küçük dairede geçen günlerini, Afrika hakkında kitaplar okuyarak ve bir gün mutlaka Afrika’ya gitmeyi hayal ederek geçirmiş Mankell. Bugün, hayatının büyük bir bölümünde Afrika’da yaşamış bir yazar olarak, bu kıtada karşılaştığı evrensel suç kavramlarından yarattığı aynayı İsveç’e doğrultarak yazıyor.

 

Arka plandaki politik tavır, Wallander serisini sıradan bir çoksatar polisiyeye göre çok daha nitelikli bir boyuta çekiyor. Ancak bir edebiyat eseri olarak, sistemde “değişim” yaratma konusunda ne kadar işe yaradığını sorguladığımda, şöyle bir ironi ile karşılaşıyorum: Yaşadığımız çağı ve bizi bekleyen geleceği tasvirleyen teknoloji, medya, ekonomi ve iktidar dili “değişimi” pazarlayıp ve sahiplenip en büyük ütopya hikayesini anlatıkça pasifleşiyor insanlar. Hal böyle olunca, politik roman biraz bencilce bir nedenle, huzursuz hissetme hakkının bastırılmışlığı karşısında bir teselli olarak okunuyor.

 

Wallender serisinin başarısı, kendine mesele ettiği evrensel politik konular ya da yazar Mankell’in aktivist kişiliğinde değil; roman türünün toplumu tek başına etkileme gücünün çok azaldığı çağımızda film, TV dizisi, turizm ile desteklenen bir proje haline gelmesindedir. Çağımızda asıl güç, anlatılan hikayeyi mecralar arası bir mitolojiye bağlamakta.

 

 

Wallender markası


Afrika’da ırkçılığı en korkunç haliyle gördükten sonra İsveç’e geri döndüğünde, toplumdaki ırkçı eğilimleri ve bu eğilimlerin tehlikesini sezinlemiş ve ırkçılık suçunu anlatan bir roman yazmaya karar vermiş. Her suç romanında bir dedektife ihtiyaç vardır diye, telefon rehberinden Kurt Wallander ismini bulmuş. On kitaplık Wallander serisi böyle başlamış.

 

Wallander kitapları 45 dile çevrildi. İskandinav polisiyesinin fenomenleşmesinde büyük rol oynayarak bu alt türü markalaştırdı. İsveç’te televizyon dizileri ve filmere uyarlandı. BBC, Kenneth Branagh’a verdi başrolü ve dedektifimiz İngilizce konuşmaya başladı. Hikayelerin geçtiği, Mankell’in İsveç’in bittiği yer dediği küçük Ystad kasabası turist akınına uğradı. Mankell, seriyi Wallander’in polis kızı Linda’nın maceralarıyla devam ettirmeyi planlıyordu ve Ayazdan Önce’yi yazdı. Kitabın film uyarlamasında Linda’yı oynayan oyuncu intihar edince, hikayeyi Linda üzerinden anlatmaya devam edemeyeceğine karar verdi. O halde Wallander son davasını çözmeliydi.

 

Bu arada Henning Mankell de yaşlanıyor. Afrika’da gözlemlediği yaşlı insanların bilgeliğine gösterilen saygıya kıyasla Batı kültüründeki yaşlılık aşağılaması onu yakından ilgilendiriyor. Wallander serisinin son kitabı Huzursuz Adam’da, yazar ve roman kahramanı birbirlerine hiç olmadığı kadar yaklaşıyorlar.

 

Henning Mankell, Wallander’i gerçek hayatta arkadaş olamayacağı, sevimsiz, kendinden çok farklı bir adam olarak yarattığını söylüyor. Wallander sanki toplumdaki çürümeyi, iletişimsizliği, yozlaşmayı kendi bedeninde ve ruhunda biriktirerek yok etmeye çalışan bir adam. Gereğinden fazla içki içip sağlıksız besleniyor. Diabeti var. Boşandıktan sonraki ilişkileri bir yere varmıyor. Diğer polislerle ilişkileri, zekice olsa da kural tanımayan, otoriteye karşı gelen yöntemleri ve öfkesini bazen kontrol edememesi yüzünden pek de sağlıklı sayılmaz. Suçu aydınlatma sorumluluğu benliğini o kadar kaplamış ki, zamanla kendini suçluyor, polisliğini sorguluyor ve depresyona sürükleniyor. Hafızasına güvenememeye başladı, en kötüsü de bu.
Roman aynı zamanda resmi ülke tarihinin karanlıkta kalan bölümlerinin, kişinin bütün hayatı boyunca inandığı kendi yaşam öyküsünü sorgulaması ve geleceğini yitirmesinin hem öfkesine hem hüznüne sahip. 80’li yıllarda iki Sovyet denizaltısı İsveç karasularına girer. Soğuk Savaş dönemidir ve dönemin başbakanı Olof Palme, bu olayı, ülkenin tarafsızlığını bozmadan bir soruşturmayla halletmek ister. Deniz Kuvvetleri ise askeri güç kullanmak istemektedir.

 

 

Yıllar sonra emekli deniz subayı Haken von Enke kaybolur. Von Enke aynı zamanda Wallander’in kızının nişanlısının babasıdır. Wallander, çoktan emekli olmasına rağmen soruşturmaya dahil olur. Soğuk Savaş dönemi caususluk işlerini ve ülkedeki günümüzde de var olan militer yapıları ararştırırken, von Enke’nin, Rus denizaltılarını bombalamak isteyenlerden biri olduğunu öğnenir. Von Enke’nin karısının ormanda ölü bulunmasıyla işler iyice karışır…

 

Alıştığımız bir Wallander macerasına göre yavaş bir tempoyla ilerliyor Huzursuz Adam. Ayrıntılar ve ipuçları biraz daha savrukça yerleştirilmiş olay örgüsüne. Wallander ilk defa kendiyle böylesine içe dönük bir anlatımla yüzleşiyor. Gençliğinde umursamaz, apolitik bir merak yoksunluğuyla dünyayı bir ahlak çöküntüsüne ve aldatmaca bir düzene terk ettiğini fark ediyor. Şimdi yaşlılığında hissettiği bu huzursuzluk, bir şeyleri değiştirmek adına çok geç gelmiş bir dürtü.

 

Wallander bitti, sırada ne var?


Wallander'in edebi ölümünün, Mankell edebiyatını polisiye ve popülerlikten arındıracağı bu dönem, yazarın Afrika romanlarını keşfetmenin tam zamanı. Joseph Conrad modern dünyanın bütün korkunçluklarını “karanlığın yüreğinden” çekip çıkarmıştı. Mankell’in de aynı edebi nehirde yolu açık. Afrika, tam huzursuz olunacak yer.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.