Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kaygan bir zemin


Vasat
Toplam oy: 884
Barlas Özarıkça
Encore
Kaçkınlar Kahvehanesi, hayat kadar karmaşık; sizinle inatlaşıyor. Kolay lokmaları sevmeyen, yeniliğe ve keşfe açık okurlar için yazılmış bir roman.

Yazarın okuru ne kadar zorlamaya hakkı vardır? Peki, öfkesini okura ne kadar yansıtmalıdır? Kime öfkelidir yazar? Hayata mı, edebiyat çevresine mi, okuyana ya da okumayana mı? Barlas Özarıkça'nın bilinç akışı tekniğiyle yazdığı yeni romanı Kaçkınlar Kahvehanesi, benim bilincimi bu sorularla doldurdu.

 

1980’lerde yazdığı ilk romanı Ters Adam Encore Yayınları tarafından tekrar basılınca duydum Özarıkça'nın ismini. Kayıp romanı keşfeden ve editörlüğünü üstlenen Ahmet Ergenç'in ve yayınevinin işbirliği ve bu romanın edebiyat dünyasına yıllar sonra yeniden tanıtılması bir hayli önemliydi. Üstelik yazarın adı Oğuz Atay'la birlikte anılıyor, kitabın Oğuz Atayvari bir havası bulunduğundan bahsediliyordu. Özarıkça, Atay’la bir hayranı olarak tanışmış, sonra onunla sıkı bir ahbaplık kurmuştu. Bu bilgi Özarıkça’ya yönelik merakı iyice kamçılıyordu. Peki, böyle bir yazar nasıl olup da edebiyat dünyasının gözünden kaçmıştı? Bu kayboluş öyküsü ister istemez, gözden kaçırdığımız başka yazarlar da bulunabileceğini düşündürüyordu.

 

İlk romanı Ters Adam'da 1980 sonrasında oluşan siyasal, toplumsal ve ahlaki durumu anlatıyor ve eleştiriyordu Özarıkça. Gerçekle hayal arasında zamandan zamana savrulan, birbirinden öfkeli kahramanlarıyla bir karşı duruşu, bir alaycılığı, bir şenlikli öfkeyi dile getiriyordu. Bir yanı Tutunamayanlar'a, bir yanı Tehikeli Oyunlar'a, bir yanı Aylak Adam'a varan ve erkek dilinde handiyse kaybolan bir “adam” romanıydı. Yeni romanı Kaçkınlar Kahvehanesi'nde ise okuruna daha kaygan bir zemin sunuyor yazar. Bu defa 2000’lerin kapitalizmini, insanların göründükleri gibi olmayışlarını, ahklakın askıya alınmasını, güven denilen hasletin ortadan kalkmasını, iyilik ve kötülük arasındaki sınırların belirsizleşmesini eleştiriyor. Bu manzarada bir dedektif görevi üstlenen okur, doğru yolu bulmaya çalışıyor. Ama diğer yandan da, yazar romanın okuru yormaya ant içmişçesine zorlayıcı kurgusuyla ona bir tür meydan okuyor. Özarıkça’nın edebiyat serüvenini bildiğim için belki de, 30 yıl süren ilgisizliğin acısının bir okur olarak benden çıkarıldığını hissediyorum.

 

Babür Tayga'nın yaşadığı hayatın gerçek olmadığını, bir kurgunun içinde yaşadığını anladıktan sonra kendini bulmak için Atlantik Otel’e yerleşmesiyle başlıyor hikaye. Atlantik Otel bir temizlenme mahalli ve dönüşü olmayan bir yolun başlangıcı… Babür kendisini kurgudan arındırdıktan sonra yoluna nasıl devam edeceğini bilmiyor. İşini, eşini, çocuğunu, sevgilisini, bağlı bulunduğu kurumu ve statüsünü geride bırakıp yeni ve hakiki bir başlangıç yapmak istiyor. Atlantik Otel bir nevi Unutma Bahçesi gibi önceleri. Ama sonra dünyevi yaşamdan ötede bir yerde, bir adada başka bir kurmacanın içerisinde buluyor Babür kendisini. Oraya gelmeyi de kendisinin istemediğini, hasta olduğu düşünüldüğü için oraya kapatıldığının dahi sonradan fark ediyor. İnsanın bulunduğu her yerde bazı küçük hesapların döndüğünü gözümüze sokuyor. “Madem öyle,” diyor ve oyunu bozmak için ayaklanma çıkarmaya koyuluyor. Ama ayaklanmadan önce yapılacak işler var. Sistemin içinde yaşayamayan insanların o sistemi çökertmek için evvela bütün sistemin bilgisine vakıf olması gerektiğini düşünüyor. Babür sistemden kaçmaya çalıştıkça içine çekiliyor ve sonunda… Sonunu siz görün… 

 

Tabii bulmaca çözmeyi, komplo teorilerini seviyorsanız, Özarıkça tam size göre bir meseleyi, güncel ve enteresan bir konuyu ele alıyor; ancak bu meseleyi okur için ince işçilik gerektiren alabildiğine zahmetli bir yolla anlatıyor. Tam zamanlı bir okur olmanızı ve aklınızı yalnızca ona hasretmenizi talep ediyor. Dalgınlığınıza gelen bir ayrıntı yüzünden defalarca başa sarmak zorunda bırakıyor sizi. Dil ise kimi zaman şiirin kıyılarını yokluyor, kimi zaman alabildiğine dünyevi.

 

Kitabın ikinci kısmında ise başkalarının hayatlarını hikayelendiren Kemal Kamu ile tanıştırıyor bizi Özarıkça. Uzun uzun Babür’le Kemal arasında bir bağlantı arıyorsunuz üstlendiğiniz dedektiflik rolü gereği... Bir yandan da Kemal’in hikayelerini yazmaya çalıştığı insanlarla haşır neşir oluyor, tarihi ve edebi kişilerle tanışıyorsunuz. Kendisinden bahsederken savruk ve dağınık bir dil kullanan yazarın, başkalarının hayatlarına karşı takındığı “edepli” tutum karşısında şaşkınlığa uğruyorsunuz. Sizli-bizli dil mesafenin ve kendine çekidüzen verme ihtiyacının ifadesi oluveriyor. Bu savrulmalar arasında okur olarak kendinizi bulmanız iyice zorlaşıyor.

 

Bu roman hayat kadar karmaşık. Sizinle inatlaşıyor. Kolay lokmaları sevmeyen, yeniliğe ve keşfe açık okurlar için yazılmış bir roman Kaçkınlar Kahvehanesi. Şansını denemek isteyen gayretli okur, bu romanda peşine düşeceği bir meseleyle mutlaka karşılaşacaktır.

 


 

* Görsel: Sammy Slabbinck

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.